21 Ağustos 2018 Salı

BİR CEMİL MERİÇ PORTRESİ



                                                                   Mehmet Akif AK



           Eğer Cemil Meriç’i niteleyeceğimiz birden fazla sıfatı teke indirmek istersek tercih edeceğimiz kelime “edebiyatçı” olur. Onun filolog, sosyolog, mütefekkir, mütercim ve ansiklopedistliği, edebiyatçılığının alt başlıklarıdır.
          Bir büyük şair, daha da büyük bir romancı olmak en büyük hayaliydi. Ama oturmayı hayal ettiği koltukların tümü şiirin ve romanın devleri tarafından önceden doldurulmuştu. Ona düşense evvel emirde mevsim mevsim bu devleri ve eserlerini bıkıp usanmadan tavaf etmek ve her fırsatta edebiyat âleminin sahte kahramanlarını ve putlarını katliama tabi tutmaktı. Böylece “tenkidi” seçti. “Ben, edebiyata sürünerek girmedim, prens olarak girdim, şövalye olarak girdim ve Palas Athena gibi zırhlarımla doğdum. İlk yazılarımla son yazım arasında büyük bir fark olacağını sanmıyorum. Ağaç, dal budak salmış, büyümüş o kadar…”diyordu.
          Kılıcının usta darbelerinden kurtulmuş fani sayısı azdır. Giriştiği her muhaberenin ardından harp meydanı cesetlerle dolmaktaydı. Edebiyat âleminde başlayan münekkitliğini fikir dünyasına taşıdı. Tefekkür meydanındaki cenklere daldı doludizgin, nice cengâverlikler sergiledi. Hayatta iken hiçbir âdemoğlu Onunla ciddi bir polemiğe girmeye, ona cevap vermeye yeltenmedi. Hatta O öldükten sonra da buna pek cesaret eden olmayacaktır.
            Roman yazmaya teşebbüs edecek cesareti yoktu; şiir ise bir ergenlik çağı aşkı olarak artık çok gerilerde kalmıştı. Bununla beraber Cemil Meriç’in nesir telifatının önemli bir kısmına “bunlar aslında şiirdir” dense pek de abes bir hüküm verilmiş olmaz. Zaten Victor Hugo gibi bir edebiyat devinin “Hernani”sini manzum tercüme ederek şairlere göz dağı vermekten de çekinmeyecektir.
           Cemil Meriç, daha çocukluk günlerinde “farklı bir adam” olduğunun şuurundadır. Daha çocukluk günlerinde, gök kubbede baki kalacak bir “çığlık”, bir “nağme” bırakmakla yükümlü olduğuna iman etmektedir.     Hayatı boyunca karşılaştığı ve çoğu insanın kolaylıkla katlanamayacağı zorluklar, Cemil Meriç’i doğrular, güzellikler sunma “ibadeti”nden alıkoyamadı. Ne fakirlik ve sefalet, ne ufak insanların kurdukları tuzaklar, taktıkları çelmeler ve ne de gözlerini kaybedip başkalarına bağımlı bir hayat sürmeye mahkûm olması, ondaki bu imanı ve ibadet aşkını yok etmedi.
          Tefekkür semalarında cevelan etmek ve bir an olsun uzak kalmadığı okuma ve yazma faaliyeti, Cemil Meriç için kelimenin bütün anlamlarıyla bir “ibadet”ti. Ona göre zihni faaliyet, “ibadet” niyeti, ciddiyeti ve huşûu ile ifa edilmeliydi.
         Haftanın bir günü sekreterliğini yaptığımız yıllar boyunca mesaimiz sabah saat 8’de başlardı. Beş dakika olsun geç kalmaya ne Onun tahammülü ne de bizim cesaretimiz vardı. Kapıdan içeri girişimiz çoğu zaman sabah kahvaltısının sonlarına rastlardı ve kahvaltı bitiminde hemen çalışma masasına geçerdik. Saat 12’ye kadar süren mesai böylece başlardı. Yaklaşık dört saat boyunca okuma, okuma, az da olsa yazma… Saat 12 ila 13.30 öğle arası ve tekrar mesai. Öğle sonrası mesaisi ise saat 17.00’ye kadar sürerdi.
         Eğer sekreterin bir mazereti yoksa Onun mazereti hiç olmazdı. Beyin kanaması geçirdiği güne kadar gayet sağlıklı ve dinçti.  Cemil Meriç’in bildiğim kadarıyla sekreterlerinin ve yardımcılarının hiç biri hizmetleri için bir maddi karşılık almamıştır. Zaten emekli aylığından gayrı geliri yoktu, ücretli sekreter çalıştırması muhaldi. Bu şartlar dahilinde yazdıkları ile geçinmek istemesi kadar tabii bir istek de olamazdı, ama hiçbir zaman yapmadı bunu. Çoğu zaman dergilere ücretsiz yazardı, şayet az veya çok bir ödeme yapılırsa, miktarı üzerinde herhangi bir fikir yürütmeden kabul ederdi.
        Cemil Meriç, hayatı boyunca gücünün ve takatinin çok üstünde uğraşlara adadı kendini. Ama bu durum, aynı zamanda O'nu yücelten, zirvelere taşıyan sürecin de ta kendisiydi. İmkanlarının çok üstündeki  yüklerin altına girdikçe Cemil Meriç'in pazusu güçlendi, sonun da yaman bir pehlivan çıktı ortaya.
        Hayatının son otuz yılında âmâ bir adamdı, maddi imkânsızlıklar, yoksulluk değişmez kaderi olmuştu. Hak ettiği itibarın ufacık bir kısmı dahi Ondan bilerek, isteyerek, taammüden esirgenmekteydi. Sesi, feryadı, şiiri, musıkisi, nağmeleri karşılık bulmuyor, ortaya koyduklarının çoğu, kadir bilmezliğin, vefasızlığın dipsiz gayyasında eriyip gidiyordu. Bir adamı intihara kadar götürecek ne kadar sıkıntı, azap, melâl varsa her türlüsünü yaşamaktaydı. Ama O hâlâ “muhteşem bir geçmişi daha muhteşem bir geleceğe bağlayacak köprü olmak”tan söz ediyordu. Serapa ümit, serapa heyecan ve imandı.
         Cemil Meriç, muhatap aldığı insanlarda en az iki hususiyetin mutlak manada var olmasını bekler: “Ciddiyet” ve “namus”. “Ciddiyet”, yani en başta kendine, yaptığı işine, muhataplarına saygı duyma, değer verme ve kılı kırk yararcasına çalışma, pes edip usanmama. “Namus”, yani hususiyet, mahremiyet, sadakat, vefa, mukaddeslerine hayatı pahasına da olsa leke sürdürmeme, onları hiçbir dünyevi değere, ikbale, makama, şöhrete, iltifata değişmeme, asla eğilip bükülmeme.   
        Bu söylenenler, Cemil Meriç’i kitaplarından, Onun için yazılanlardan okunarak edinilmiş intibalar değil; yıllarca Onunla yan yana bulunmuş bir çalışma arkadaşı, bir dostu olarak şahidi olduğumuz gerçekler.
        Cemil Meriç, hayatı boyunca yaşadığı talihsizliklerden ne acıdır ki öldükten sonra da kurtulamadı. Mirasçıları, Meriç’in ana yayıncısı Ötüken’in, bir kitabını ve bir tercümesini yayımlamış Pınar Yayınları ve son kitabını basmış İnsan Yayınları’nın yeni baskı yapmasına mani oldular. Yaklaşık 10 yıl boyunca Türk okuyucusu Cemil Meriç’in kitaplarından mahrum kaldı. Yaşarken maruz kaldığı nice mania ve ambargoya ölünce bir başka şekilde yine maruz kalmaktaydı.
        Kitapların eski baskılarını sahaflardan edinmek de kolay değildi. On yıllık fiili yasak süresinde mirasçıların İletişim Yayınları ile anlaştıkları konuşuluyordu ama kitaplar hala ortada yoktu. Cemi Meriç hayatta iken Bu Ülke’nin son baskısını İletişim Yayınlarına vermişti. Önceki baskılarda olmayan ve kendisinin hazırladığı çok değerli bir otobiyografi bu baskıda yer almıştı.  Yani kitaplarının İletişim’de çıkması biraz da Onun tercihiydi. Gerçi hayatının hayli sıkıntılı geçen son yıllarında böyle bir tercihte bulunmasının kendine mahsus sebepleri var mıydı diye sorulabilir. Bu konuda en azından bizim bir bilgimiz yok. Muhtemelen bu sorunun cevabı, kendi tabiriyle “solun aforoz ettiği, sağın ise anlamadığı” bir dönemde hiç bir ticari kaygı olmaksızın Cemil Meriç’in yazdıklarını okuyucusu ile buluşturan Ötüken Yayınevi’ndedir.
        Sonunda Cemil Meriç’in kitapları İletişim Yayınlarında yayımlanmaya başladı. Fakat yayın sırlamasının ilk kitabı büyük bir şaşkınlıkla karşılandı. Çünkü Cemil Meriç, hayatta iken "Jurnal" adıyla bir kitap yazmamış ve yayımlamamıştı. Sonra Jurnal’in ikinci cildi çıktı.  Gerçekten garip bir durumdu. Kitap adı: Jurnal. Yazan: Cemil Meriç. En başta çocukları, sonra biz yakın talebeleri çok iyi biliyorduk ki bu Jurnal’ler klasik anlamda bir "günlük" şeklinde tutulmamış, basılsın diye yazılmamıştır.
        İzzet Tanju, Cemil Meriç’e Jurnal yazmasını ben teklif ettim diyor. Jurnallerin önemli bir kısmını yazdırdığı arkadaşı da İzzet Tanju’dur zaten. Ama O, "ikimiz de bunların yayımlanmasını istememiştik, bir gün gelip de yayımlanacağına dair de bir hesabımız yoktu" diyor. Eğer yazıldıkları günün tahassüs ve tefekkürleri yazılan Jurnallerde okuyucularla da paylaşılabilecek, yayımlanabilecek şeyler olmuş ise bunlar özellikle "Bu Ülke"de yer almışlardı. Basit bir "Bu Ülke" ile "Jurnal" karşılaştırması bile bunu tespit etmeye yeter. Yani bir bakıma Cemil Meriç, Jurnalini defalarca elden geçirmiş ve notları arasında yayımlamayı uygun bulduklarını kitaplarına koymuştu.
        Jurnaller, Cemil Meriç okuyucularının çoğunu ansızın "psikanalist" mevkiine taşıdı. Okuyucular ve özellikle bunların eli kalem tutanları için Cemil Meriç’in karanlığı aydınlatan işaret fişeği değerindeki fikirleri, yüzyıllardan damıtılmış harika Türkçesi, artık pek de önemsenecek şeyler değildi. Aşkları, inkisarları, imanı ve imansızlığı, ümitsizlikleri, korkuları, kızgınlıkları, kıskançlıkları, en yakınlarına ilişkin dedikodu mahiyetindeki değerlendirmeleri öne çıkmaktaydı. Elhasıl Cemil Meriç, insanlığın huzuruna kendini nasıl takdim ettiyse öyle değil, “mahremiyet”iyle çıkmaktaydı, zaten modern dünyada revaçta olan da buydu. Bugün Cemil Meriç’ten söz eden hangi yazıya, kitaba baksanız, alıntıların büyük bir kısmının Jurnallerden yapıldığını görürüsünüz. Cemil Meriç düzeyindeki bir fikir ve edebiyat adamının öldükten sonra uğrayabileceği bundan daha talihsiz bir durum olabilir mi?
        “Teşhir”den, “teşhircilik”ten nefret eden, “günah çıkarma”nın ve genel olarak bir fani nezdinde yapılacak “itiraf”ların Batıya ait Hıristiyani bir özellik olduğunu, hatta bunun da “roman” denen edebi türü doğurduğunu ısrarla söylemiş olan bir adam, Jurnal’in yayımıyla öldükten sonra çırılçıplak okuyucunun önüne konuldu.  Sadece o değil, hayatındaki abidevi kadınlar, ömrünü ona adamış dostları da öyle. Cemi Meriç’in bizzat kendi eliyle hazırladığı kitaplar üzerinde “tasarruf”da bulunma hakkını kendilerinde bulanlar, Jurnal söz konusu olunca ellerine geçen her notu yayınlarken “mahremiyet” adına olsun bir tasarrufta bulunma ihtiyacı neden duymadılar, doğrusu anlamak mümkün değil.
        Tamam, şu an Cemil Meriç’in sanıldığı gibi bir “milliyetçi” ve “Müslüman” olmadığı anlaşıldı, hatta imanı dahi tartışmalı mı demeliyiz? Jurnaller bunları kanıtlamak için mi yayınlandı gibi sorular kaçınılmaz olarak zihnimize üşüşüyor.
        Şunu iyi biliyoruz: Cemil Meriç için bir yazıyı baskıya vermek, hele de bunları kitaba dönüştürmek işkence seanslarını andıran merhalelerden sonra mümkün olan bir durumdu. Ama ne yazık ki şimdi Onun kendi elinden çıkmış kitapları da “tasarruf”tan geçiriliyor. Muhtelif isimlerle çıkmış kitaplarında aynı cümleler, paragraflar, başlıklar şeklinde tekrarlar olduğu doğrudur. Fakat okuyucu için gözlerinden mahrum bir yazarın bu tekrarları pek ala normal karşılanacaktı. Ama kitapların yeni yayıncıları, “tekrarlar” bahanesiyle Cemil Meriç’i okuyucu ile baş başa bırakmadılar, yani Cemil Meriç’e de okuyucuyu da güvenmediler.
        Yeni baskılarda “tahrifat” olduğu iddiasında değiliz. Ama eserlerin aslı üzerinde yapılan “tasarruf”ların tahrifattan farkı var mıdır acaba? Kaldı ki hususi ve tamamen mahrem notlarından Onun adıyla kitaplar çıkarmak cesaretini gösterenler, "tahrifat"tan daha mı hafif bir cürüm işlemiş olmaktadırlar.


--------------
Not: Bu Yazı, Mayıs-2010'da Küçük Çekmece Belediyesi Kültür Merkezinde yapılan Cemil Meriç'i Anma Programında yapılan konuşmadan aktarılmıştır.

Etiketler:

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa