20 Ağustos 2018 Pazartesi

MÜ’MİN BİR FİLOZOF: KİERKEGAARD

       
                                                                                                                                            Mehmet Akif AK
 
             Soren A. Kierkegaard ( 1813 – 1855 )... “Korku ve Titreme” adlı ünlü eserinde kullandığı müstearıyla Johannes DE SILENTO...  Johannes Sessiz... Ama o ne muhteşem sessizlik!.. Çağında ve zamanımıza gelene kadar, felsefe ve ilahiyat alanlarında yapılmış tüm konuşmalara baskın çıkan ve haykırış dalgalarıyla yüklü bir sessizlik...   Hazreti İbrahim’e adanan “Korku ve Titreme” adlı destansı metinden hareketle Kierkegaard’ı anlatmak isterdim. Fakat bu büyük filozof-ilahiyatçının, rahminden bütün bir varoluşçu felsefeyi çıkarmış eserlerinin ne doğru dürüst bir Türkçe tercümesi mevcut, ne de O’nun hakkında yayınlanmış herhangi bir inceleme bulunmakta. Türk aydınları, bu kitabında kendine “Sessiz”liği ( DE SILENTO ) müstear soyad alarak almış Kierkegaard’a karşı bir ölüm sessizliğine bürünmüş vaziyette.
            Martin Heidegger’in, J.P. Sartre’ın, Karl Jaspers’in ülkemizdeki tanınmışlığına ve ciddi etkilerine bakıp da, bunların ve benzeri pek çok ünlünün üstadı olmuş Kierkegaard’ın neden bir kenara itilmiş bulunduğunu anlamak kolay bir şey değil. Oysa Varoluşçu felsefenin kurucusunun kim olduğu sorusunun Kierkegaard’dan başka cevabı yoktur. Sartre’ı, Heidegger’i izleyen ya da bir şekilde 20. yüzyılın diğer varoluşçularının etkisinde kalanlar, varoluşçuluğun ilk ilhamlarının O’ndan alındığını çok iyi bilirler, ama sonu Nietzsche’de noktalanan bir başka yolda yürümeyi de ihmal etmezler.
Peki Kierkegaard’ın ne cürmü vardı ki, kurucusu olduğu felsefi okulun sonraki öğrencileri, O’ndan çok uzak noktalara savruldular? Galiba O, pek çok filozof ve düşünür tarafından açık ya da gizli biçimde, felsefe ve ilahiyata yepyeni ufuklar açan bir üstad olarak okunurken, işaret ettiği yolların dönüp dolaşıp “iman”a çıktığı anlaşıldığı anda derhal terk edilmekte ya da hiç değilse etkileri gizlenmektedir. Öyle ya 19. ve 20. yüzyıl ideoloji-filozofileri için “imana çağrı”dan daha büyük bir cürüm mü olabilirdi?
Bireysel ve evrensel varoluş promlematiğini ilahi eksende ele almak ve “iman”ı düşüncesine temel yapmak, çok önemli felsefi-dini tahlillerin arasında ikide bir “iman” diye tutturmak, kilise dışına itilmiş biri olmakla birlikte kutsal metinlere ve bu arada peygamberlere özel atıflarda bulunmak türünden “idamlık” suçlar...  Bütün bu cürümler, Kierkegaard’ın kendi zamanında ve daha sonra uğradığı fikri-felsefi aforizmanın en önde gelen sebepleri olmuştur.
O’nun yaşadığı çağda pozitivizm ve scientism ( bilimcilik ) ideoloji-felsefeleri, tam bir salgın halinde etrafa yayılıyordu. Salgın, Batının güç merkezlerince evrensel ölçekte yaygınlaştırılıyor, hatta eğitim sistemleri aracılığıyla bütün dünyaya “çağdaşlaştırma” adı altında dayatılıyordu. Öldürücü bir kampanya eşliğinde bilim, felsefe ve teknoloji alanları, “ilahi olan”dan süratle ve tamamen arındırılıyordu. Marksizm, Darvinizm, Freudizm gibi  felsefe-bilim kılıklı ideolojiler, hakim siyasi-iktisadi güçlerin vandalca yöntemleri desteğinde dünyayı ele geçiriyordu. 
19. yüzyıl bilim-felsefelerinin tanrıtanımazlık yüklü serpintilerinin ciddi etkileri altında geçirilen 20. yüzyılda da Kierkegaard, layık olduğu biçimde izlenmedi, kabul görmedi. Yaşadığımız bu son iki asrın hükümferma olmuş sahte ilahları, bu “iman adamı” garip Danimarkalıyı, örttükçe örttüler. O’ndan hem yararlandılar, sofrasında yediler, içtiler, hem de gerçekleştirdiği büyük tefekkür sıçramasını ustaca gizlediler. Gelecek, neleri gösterir bilinmez. Ama öyle görünüyor ki, ilerleyen zamanlarda Kierkegaard’ın geniş çevrelerce yeniden hüsn ü kabul görmesi pek ala mümkündür. Tabii olarak bu kabul görüş ölçüsünde materyalist-ateist varoluşçu felsefi çizgi ve onun inceltilmiş bir versiyonundan başka bir şey olmayan postmodernizm de, ters orantılı olarak gerileyecektir. Bizce doğru bir modernlik eleştirisi, ancak Kierkegaard’a dayandırılarak yapılabilirdi. Hegel ve Nietzche’ye yaslanıldığında ise bütün yapılanlar, insanlığa ve dünyaya ağır bedellere mal olmuş bir sistemin rehabilite edilmesinden ya da restorasyonundan öteye geçmemektedir, geçmeyecektir.  
Kierkegaard’ın resmi Danimarka kilisesi nezdinde saygı görmediği de biliniyor. Hayatının sonlarına doğru kiliseye ve piskoposlara savaş açmıştı. Besbelli ki, Kierkegaard’ın “imanı” ve “dini”, kilisenin din ve imanından bütünüyle değilse de bir hayli farklıydı. “Korku” meselesi ile “Korku ve Titreme” bağlantısına gelecek olursak...
“Korku” olgusu ve kavramını, Üstad’ın “Korku ve Titreme”siyle doğrudan ilişkilendirerek ele almak mümkün değil. Çünkü Kierkegaard, kitabında yukarıda da ifade ettiğimiz üzere Hz. İbrahim’in, oğlu İshak’ı ( Tevrat’a göre ) Allah’a kurban sunma teşebbüsünün metafizik, felsefi, daha öznelde psikolojik ve varoluşsal anlamlarını araştırır. Der ki;
“İman, bir insandaki en yüce tutkudur. İman, bir paradokstur aynı zamanda...Müthiş bir paradoks. Öyle bir paradoks ki bir cinayeti, Tanrı’yı memnun eden kutsal bir eyleme dönüştürebiliyor. Öyle bir paradoks ki, İshak’ı İbrahim’e geri veriyor. Öyle bir paradoks ki, hiçbir düşünce onu alt edemiyor. Bu, kaçınılmaz olarak böyledir. Çünkü imanın başladığı yer, düşünmenin bıraktığı yerdir.”
 “Korku ve Titreme”de  “Korku”nun iman bağlamını somut ifadeler halinde bulamayabiliriz. Ama yukarıdaki müthiş pasaj gibi pek çok ifade, “korku” gibi metafizik boyutta ortaya çıkan psikolojik bir durumun diğer pek çok bireysel durum gibi doğrudan imanla ilişkili bulunduğunu anlatır. Kierkegaard’ın temel düşüncesinde iman, bireysel varoluşun özüdür. Bu durumda şunları söyleyebiliriz:

“İMAN VE KORKU”
            Basit bir sözlük taraması, karşımıza ilginç bir durum çıkardı. Çinceden İngilizce başta olmak üzere bütün Batı dillerine kadar “iman”ı karşılayan tüm kelimeler, “inanma” ile birlikte “emniyet, güvenlik” anlamını da birlikte ihtiva etmektedir.  Daha doğrusu, sözlükte “güvenme, güvenlik içinde bulunma” gibi karşılıkları olan “iman” ıstılahta ya da dini ifadelendirmede “inanma” olarak anlaşılıyor. Arapça, bu durumun en açık ortaya çıktığı lisandır.  Türkçe’ye de geçmiş bulunan, “emin”, “emniyet”, “eman” gibi kelimeler, “iman” kökünden türemiş ve “güvenlik” anlamı da yüklenmiş kelimelerdir.
            Buna göre kelimenin –imanın- sözlük ve ıstılah anlamlarının bir arada kullanılması ve idrak edilmesinin zaruri olduğu açıktır.
İman; hem inanmayı, hem de güvenmeyi, güvenlik içinde olmayı anlatır. İman ile birlikte evrenin mutlak yönetimini elinde bulunduran Yüce Kudret, inanan bireye “eman” verir.  Ve mü’minin bu “iman” ve “eman”dan sonra Tanrı’dan gayrı hiçbir şeyden teorik olarak korkmaması icap eder.
            Güvenmek ve güven içinde bulunmak, korkuyu siler.
            O halde “korku” imanın zıddıdır. İmanın bulunduğu yürekte, korkunun kendine yer edinememesi gerekir, teorik olarak... Ancak.

KORKU’NUN ANASI “MASİVA” SEVGİSİ
            İnsan türünün yeryüzündeki hayatını, nefsine olan sevgisi kadar,  yine bu sevgiden kaynaklanan “korkular”ı da belirler. “Masiva”ya –Allah’tan gayrısına- meyil ve mahabbetin şiddeti, korkularımızın şiddeti ile aynıdır. Nefsimize ve Dünyaya bağlandığımız kadar korkularımız vardır. Ne kadar bağlılık ve sevgi o kadar korku; ne kadar bağımsızlık, istiğna ve fakr, o kadar da korkusuzluk ve emniyet. Ve bu bağımsızlığı, korkusuzluğu ve istiğnayı bireye sadece ve yalnızca “iman” sağlar.
            Kabil, elinde geçici olarak bulunmakta olduğunu bilmediği malının, bir iman sınanması olarak iyisini seçip  kurban olarak Tanrı’ya sunduğu takdirde, fakirleşeceği, güvensiz kalacağı korkusuna kapılmıştı. Eşyanın ve malın daha kavi, iyi, güzel ve sağlam olanını, kendine sevgili gelenini kurban etmekten sakınarak, bunları kendine bir zırh, bir emniyet sistemi, sigorta olarak nezdinde, mülkiyetinde alıkoymak istemişti. Bir başka deyişle “iman” ve “eman”ın kaynağını, doğru adresini kaybetmişti Kabil. İşte bu atamız Kabil’den beri bu emniyet ve korunma ihtiyacı, dünyaya sımsıkı sarılmanın başlıca sebebidir ve tabii ki sonucudur da. Dünya meyli ve mahabbetinin kışkırttığı korkularımızı servet birikimi ve iktidarla yenip nefsimizi emniyet altına almak isteriz. Çünkü iktidara sahip olmanın ve daha fazla mülkü mülkiyetimize geçirmenin, servetimizi ve nefsimizi korumakta olduğuna inanmışızdır. Ancak “el mülkü lillah” (Mülk Allahındır) virdini dilimizden düşürmemeye de itina gösteririz.
            Sahibi olduğumuz nesnelerin, servet ve iktidarın, nefsimizi koruduğuna olan bu inancımız, bunların kaybedilme ihtimalini bitmeyen kabusumuz ve korkumuz haline getirir. Bu kaybetme korkusu, aslında nesnelere olan sevgimiz ve bağlılığımızdan değil, hakikatte nefsimize olan aşkımızdan ileri gelir.
            Sonunda korkularımız, bizi saldırganlaştırır. Malın daha fazlasını ele geçirmek, daha geniş alanlara hükmetmek üzere saldırırız.  Beklenmedik bir anda aslan kesilen, “uysal” bir ev kedisi gibiyizdir. Fakat bir an gelir ki, hiçbir şeyin daha fazlasının bize yeterli emniyeti sağlamadığını derin bir üzüntü ve ümitsizlikle fark ederiz. Bel bağladığımız “sigorta şirketleri”inden de şüphe etmeye başlamışızdır. Sigorta Şirketleri, korkularımıza şifa olabilecek “güven”i bize vermez; kesemizi, kasamızı, masamızı, çelikten güvenlik sistemleri ile tahkime devam ederiz. Ancak ne kadar çok sahip olursak, korkularımızın da o kadar artmakta olduğunu çaresizlik içinde idrak ederiz. Acı bir şekilde, azadı imkansızlaşmış bir köle haline geldiğimizin farkına varırız. Her köle gibi, en ufak bir gürültüden ödümüz patlar. Daha “çok”un daha fazla emniyet anlamına gelmediğini anlama şansımız ya olur ya olmaz. Ama bizden sonrakiler, bunu ap açık görür, bir birlerine anlatır, bir ders çıkarmak gerektiğini itiraf eder, fakat az zaman sonra bizim bıraktığımız yerden bir hayal alemindeki aldanışlarla dolu yolculuğa devam ederler.
            Sözün özü, Kierkegaard’ın da tanıklığı ile de diyebiliriz ki, korkulardan kurtulmanın, tam bir “eman” içinde bulunmanın, gerçek anlamda bağımsızlığın “iman” etmekten başka ilacı ve çaresi yoktur.     

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa