21 Ağustos 2018 Salı

“LAİSİZM”-“BÖLÜNME” TAHTEREVALLİSİ

                                                                                                         
                                                                          Mehmet Akif AK

   BİR EZBERİN PERİYODİK TEKRARI
            Konunun ehliyetli uzmanları, tarihçiler, hukukçular, istedikleri kadar Türkiye’nin Batılı anlamda “laik” bir değişim ve dönüşüme yol açacak “teokratik” bir yönetim şekli yaşamadığını ilmi kanıtlarla ispatlasınlar fark etmiyor. Türkiye’de “Laisizmin” patentini elinde tutan ve başka herkese bu mevzunun konuşulmasını yasaklayan bir kumpanyanın ortakları, ezberlerinden asla vazgeçmiyorlar. Bu ülkenin ebedi uykudaki YÖK’çü “şezlong uleması” ile üç-beş medya mensubunun ve bir kısım siyasetçisinin üye olduğu bu kumpanya, bugünlerde dillerine virt edindikleri bir paragraflık o ezberi dini bir vecd ile tekrarlayıp duruyorlar. O ezber şudur:
İki şey var ki bunların uğruna her şeyden vazgeçilebilir; biri ülkenin “tekilliği”,diğeri ise “laiklik”. Eğer bu “temeller” tehlikede ise, Türkiye’de klasik, modern, post modern türden olsun fark etmez, darbe yapılabilir, hatta hemen yapılmalıdır; gecikilmiştir.
Artık bu ezberi bozmanın zamanı gelmiştir ve geçmektedir. Geçmişe çok kısa bir yolculuk yapalım, hangi şartların bizi bugünlere getirdiğini hatırlayalım.

BÖLÜNME KORKUSU
Yıl 1856. Günlerden 18 Şubat. Türkiye, tüm dünyaya Islahat Fermanını ilan eder. Öyle bir Ferman ki, Türkiye’nin toplumsal ve siyasi sistemini tepeden tırnağa değiştiren ve tümü de Avrupa ülkelerinden ilham, telkin ve dayatma suretiyle iktibas edilmiş düzenlemelerle dolu. Fermanın sadece başlıklarını görmek bile bir yığın ders çıkarmaya yeterli. Bakalım:
  • Din ve mezhep farkı gözetmeksizin bütün tebaanın can, mal ve namus masuniyeti vardır.
  • Fatih devrinden beri Gayr-ı Müslim cemaatlere verilmiş imtiyazlar ve ruhani muafiyetler devam edecektir.
  • Türkiye’deki dini cemaatlerin reisleri kayd-ı hayat şartıyla seçileceklerdir. Ancak bu reisler, seçildikten sonra devlete sadakat yemini edecekler. Bu dini reislere hazineden maaş bağlanacaktır.
  • Dini cemaatlere ait mektep, hastane, mezarlık gibi genel mekânların tamirleri engellenmeyecek, ancak yenilerinin yapılması izne tabi olacaktır.
  • Bütün mezhepler eşit şekilde dini serbestliklerden istifade edeceklerdir.
  • Hiç kimse din değiştirmeye mecbur edilemez.
  • Her din ve mezhepten vatandaşlar devlet memuru ve asker olabilecektir.
  • Azınlıklar, kendilerine okul açabilecektir.
  • Farklı din ve mezhepten olanların ticaret ve cinayet davalarını görecek yeni mahkemeler kurulacak ve yeni kanunlar çıkarılacaktır.
  • Gayrı Müslimlerin miras davaları, kendi kiliseleri bünyesindeki ruhani meclisler tarafından görülecektir.
  • Türkiye’deki hapishaneler, insan haklarına uygun hale getirilecektir.
  • Her türlü bedensel ceza, eziyet ve işkence yasaklanacaktır. İşkenceyi önlemek, yapanları cezalandırmak üzere Ceza Kanununda düzenleme yapılacaktır.
  • Yabancılar Türkiye’de mülk edinebileceklerdir.
  • İltizam usulü kaldırılacak, vergileri bizzat devlet toplayacaktır.
  • Memur maaşları düzenli ve devamlı ödenecektir.
  • Yolsuzlukla mücadele ile ilgili kanunlar ciddiyetle uygulanacak, memurlar bu maksatla izlenecektir.
  • Paranın değeri korunacak (enflasyon önlenecek), mali sistemi düzene koymak için Avrupai bankalar kurulacaktır.
  • Tarım ve ticaretin geliştirilmesi amacıyla yeni yollar inşa edilecektir.
  • Batı Kültürüne önem verilecek, Avrupa’nın eğitim sistemi, ilimleri ve sermayesinden istifade edilecektir.

Bu reformların hangilerinin Türkiye’nin gerçek ihtiyaçlarına ilişkin bulunduğu, büyük çoğunluğu oluşturan hangilerinin ise Avrupa ülkelerinin “dayatma”ları olduğu kolayca tespit edilebilir. Fakat konumuz şu an bu değil. Elbette “Türkiye’nin kendi ıslahat programı” da hep olmuştur. Fakat güncelin sorusu şudur: O günün hangi şartları dolayısıyla Türkiye, kendi iç düzenini alt-üst etmesi kuvvetle muhtemel bulunan bu dayatmalara “gönüllü” olarak boyun eğiyordu?
O günleri en büyük kâbusu “bölünme” korkusu idi; şimdi olduğu gibi. Ülkenin siyasi yapısı ve sınırları hızla eriyordu. Osmanlı Avrupa’sı elden kayıp gidiyorken Mısır, koptu kopacak görüntüsü veriyordu. 
Fermanın ilan günü, kasıtlı olarak Paris’te toplanacak Sulh Konferansının başlayacağı günden beş gün öncesine tesadüf ettirilmişti. Fermanın tarihi 18 Şubat’tı. Konferans ise 22 Şubat’ta başlıyordu. Paris’e kuvvetli bir mesaj verilmek isteniyordu.
Konferansa katılan büyük devletlerin temsilcileri, masalarının üstünde Türkiye’nin tap taze Islahat Fermanını bulmuştular. Türkiye, Avrupa’nın reform taleplerini, Avrupa, bunları bir Konferans kararı haline getirmeden önce hızlı davranıp, vaatlerle dolu bir reform programını, bir Padişah Fermanı halinde bütün âleme ilan edivermişti. Hatta bu erken davranış ile Paris Konferansında reform talepleri türünden alınacak kararların önlenmek istendiği bile savunulabilir; “Avrupalıların talimatıyla reform yapıyorlar” görüntüsü vermemek için. Ne var ki Ferman’ın vaat ettikleri, Avrupalıların muhtemel taleplerini kat kat aşan şeylerdi. Türkiye’nin bu “kâğıt üstü” vaatleri karşılığında Avrupalılardan istediği şeyler ise çok sade, açık ve masumaneydi; “Avrupa devletler topluluğuna kabul edilmek” ve “Türkiye’nin toprak bütünlüğünü”kuvvetle taahhüt eden sağlam garantiler almak.  
Paris Sulh Konferansı, 30 Mart 1856’da günü imzalandı. Konferansta İngiltere, Fransa, Rusya, Türkiye, Avusturya ve Sardunya (İtalya) devletleri bulunmuş, anlaşma bu devletler tarafından imzalanmıştı.
Bu anlaşma Avrupa devletler hukuku bakımından büyük önem taşır.
Anlaşmanın 7. maddesine göre “Türkiye’nin Avrupa umumi hukukundan istifade etmesi tasdik edilerek Avrupa devletler camiasına kabul edildiği ilan edilmişti (benzeri bir kabul olayı, bu anlaşmadaki ifadeler kadar kesin ve açık olmamakla birlikte 1842’de Londra’da imzalanan Boğazlar Sözleşmesinde de yer almıştır).”
Sözleşmede imzası bulunan tüm devletler, “Türkiye’nin mutlak ve tam bağımsızlığına riayet edeceklerini tek tek taahhüt etmişlerdi. Her bir devlet bu husus için ayrıca kefalet de vermişti. Türkiye’nin tam bağımsızlığı, “deniz ve kara hudutlarının değişmezliği” için verilen bu taahhütname ve kefaletin ihlalinin, bütün taraf devletlerin her birinin hukukunun ihlali anlamına geleceği ifade edilmişti. Öyle ki, Türkiye şayet kendi rızası ile başka devletlere toprak bıraksa bile diğer devletler bunu kabul etmeyeceklerdi.” 
İşte Türkiye’nin o günlerden bugünlere “aldıkları” karşılığında “katlandıkları ve verdikleri” ve bitip tükenmek bilmeyen tamamıyla haklı sebeplere dayalı “bölünme korkumuz”!

TOPRAK BÜTÜNLÜĞÜ GARANTİSİNE KARŞILIK “LAİKLİK”
Bizdeki “Bölünme Korkusu”nun Batılılar tarafından giderilmesinin karşılığı ise hep “Laiklik” olmuştur. Terazinin bir kefesinde “toprak bütünlüğü”, ötekinde ise “laiklik” konularak bir denge tutturma çabasının bizdeki geçmişi en az yüz elli yıldır. Peki, “bizi bizden çok düşünen” Avrupa, “laik”liği kim için ve hangi sebeple istiyordu? Osmanlı’nın gayr-i Müslim tebaasının dini özgürlükler için Avrupa’ya müracaatları mı olmuştu? Hayır, 1856’dan beri Türkiye’den “laiklik” taleplerinin amacı, Müslüman zihinde kendi dinine ilişkin derin şüpheler doğurmak, milleti ayakta tutan geleneği dağıtıp, parçalamaktı. Kaldı ki, bu ülkede “teokrasi” yoktu; din, toplum, devlet ilişkisi, Avrupa’nın tarihinden ve tecrübesinden tamamen farklıydı. Islahat Fermanı’nın yukarıdaki hükümlerini bir de bu açıdan okumalıyız.
Özetle, Batılı laiklik taleplerinin Müslümanlar bakımından hiçbir karşılığı bulunmuyordu. Bu taleplerin, gayr-ı Müslim Osmanlıların acil ihtiyaçlarına dair oldukları da hayli şüphelidir. Buna rağmen, Islahat Fermanı’nın yukarıda yazılı hükümlerinden de anlaşılacağı üzere, “laiklik” uygulamaları, asıl olarak gayr-ı Müslim Osmanlıları, “rahatlatma”yı hedefliyordu. Bu, çok uzun bir hikâyedir ve ne kadar özetlemeye çalışsak burada yeterince anlatamayız. Avrupa, “din” unsurunu, Osmanlı Devleti’nin parçalanması yolunda her boyutuyla kullanmıştır. Balkan kavimlerine “milli kilise”ler kurdurulması çalışmaları, buralarda bağımsızlık faaliyetlerinin Kiliseler aracılığıyla yürütülmesini ve kolayca taraftar toplanabilmesini sağlamıştır. Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan, Avrupalıların desteği ile kurulmuş “milli kiliseler”in ürünüdür. Osmanlı’nın gövdesinden bayağı büyük parçalar koparılıp, yeni devletçikler kurdurulduktan sonra Din unsurunun, Türkiye’nin iç düzeni ve dengelerinin bozulmasına yol açacak şekilde kullanılmasına sıra gelmiştir.   
Şunu söylemek istiyoruz. “bölünme” korkusunun, bize ait gerçekliği ve karşılığı bulunduğu açıktır. Hem de çok büyük acılar, ağır kayıplar, değil katlanılması, anlatılması dahi zor trajedilerle dolu olaylara, hatıralara dayandığı tartışılmaz. Dolayısıyla bizdeki “bölünme korkusunun” paranoya boyutlarına varmasını anlayabiliriz. Ama “laiklik”korkusunun damarları bu topraklarda değildir. O, Avrupa’nın kadim korkularının, “Türk” ve “İslâm” fobisinin bizden alınmış teminatıdır. Türk Devleti’nin bir “teokrasi” olmadığı ilmen sabittir. Siyasi sistemimizin mutlaka Avrupa sözlüklerinde yer alan kelimelerle tanımlanması gerekmez. Bu sistemin, Avrupalı zihnin kavrayamayacağı ölçüde “dini özgürlükler” garanti eden bir yapı olduğu bugün herkesçe biliniyor. Devlet, gayr-ı Müslimlerin hususi-medeni-dini hayatlarına asla müdahale hakkına sahip değilken, Müslümanların dini hayatlarını düzenleyici tedbirler alabiliyordu. Yani İslam söz konusu olduğunda Dinin siyasete yukarıdan aşağıya doğru bir müdahalesi değil, Devletin Din’e, Dini hayata el uzatması söz konusuydu. Osmanlı İdari sisteminin ve sosyal dokusunun, bu dokuyu oluşturan Musevilerin, Hıristiyanların ve Müslümanların, Batı türü laik reformlara ihtiyaçları yoktu. Bu ihtiyaç, Avrupa’nın büyük devletlerinin dayatmalarıyla oluşturulmaktaydı. Amaçları ise bu milletin en büyük enerji kaynağı olan İslâm ile münasebetini zayıflatmaktı. Tarihimiz hakkında bir sürü yalan ve iftiraya tevessül etmeden Batı türü bir laikliğin bu ülke için vazgeçilmez bir model olduğu ileri sürülemezdi.  
1856 Fermanının Türkiye’nin laiklik-sekülerlik uygulamaları tarihi içinde büyük bir dönemeç olduğu anlaşılıyor. O günlerden bugüne bizdeki laiklik uygulamaları iki istikamette yürümüştür.
Osmanlı rejiminin asla bir teokrasi olmadığının dürüst ve namuslu her âlim tarafından kabul edildiğini yukarıda söyledik. Osmanlı Siyasi Sisteminin zirvesinde oturan Sultanın hiçbir dini otoritesi yoktur. O, herhangi bir dini zırha da sahip değildir; görevden alınabilir, öldürülebilir ilh… İslam’ın, Müslüman’ın günlük hususi hayatında, siyasi ve sosyal sisteminde oturduğu yer, bu yüce Dinin temel kurallarının da gereği olarak, Avrupalı zihniyetin Yahudiliğe ve Hıristiyanlığa bakarak kavrayabileceği bir şey olmaktan uzaktır. Bu idrak farklılığı, İslâm hukukunun, sınırlı sayıdaki Nass’lar doğrultusunda inşa edilmiş değişken beşeri kurallar halinde ortaya çıkmasına yol açmıştır. Beşeri kurallar koymanın yolunu bizatihi Dinin kendisi açmıştır. İçtihatlara, fetvalara dayanan bu beşeri hukukun bariz özelliği “değişmezlik” değil, değiştirilebilirliktir. Kaldı ki beşeri hukuk teşriine, Osmanlı Sistemi eskiden beri alışıktır (Kanunnameler, Örfî Hukuk gibi). Türkiye, kendi siyasi-idari yapısının bir bölümünde zaten var olagelmiş bu beşeri hukuk uygulamalarıyla Batı’nın “bölünme” sopasını göstererek dayattığı Laiklik arasında uzlaşılabilecek bir orta yolu aramak zorunda kalmış ve zaman zaman da bulmuştur. Ama Batı’nın dayattığı laikliğin diğer yüzünde, hatta belki de özünde, Türkiye’nin geçmiş günlerine dönmesi, onların korkacağı bir konuma gelmesi korkusu da yer alır. Bu korkunun bir sonucu olarak İslâm’ın sosyal hayatta minimize edilmesi, sokaklarımızdan, çarşılarımızdan izlerinin, görüntülerinin silinmesi gerekmiştir. Bu korku, dünyanın en abuk-sabuk din tarifinin bu ülkede yapılmasına kadar getirmiştir işi: “Din, sadece vicdanlarda yaşaması gereken, dışarı yansıtılmaması gereken bir şeydir.”  “Laisizm” etrafında üretilen korku, “Laisizm”i bir dayatma olarak uygulayan ve kaderini bütünüyle Batı’ya bağlamış Türkiye’nin belirli azınlığının kendince uydurduğu ve abarttığı bir şeyden ibaret olmaktan ötedir. Bu korku, esas olarak Avrupalıların-ABD’nin korkusudur.
Sanıldığının aksine, Laiklik hükmünün Anayasamıza 1937 gibi çok geç bir tarihte dâhil edilmesi, onu bir sürece yayarak sindire sindire yerleştirme arzusunun sonucu değildir. Bütün akıl sahibi Türkler gibi Cumhuriyet’in kurucu kadroları da, laikliğin İslam’a karşı bir cephenin silahı haline getirilebileceği gibi bir tehlikenin farkındaydılar. Türkiye’nin “bölünmez bütünlüğü”nü sağlamak için aldığımız teminatlar karşılığında, bizi “her an yoldan çıkaracak”(!) dinimizle aramıza mesafeler koymayı hep kabul ede geldik ama “bölünme”nin asıl panzehirinin de dinimiz olduğunun farkındaydık. Dini, sosyal hayattan sürgün etmeyi hedefleyen ucube bir laiklik anlayışının, en büyük kâbusumuz olan “bölünme”yi kolaylaştıracağını görüyorduk. Bu ülkenin halkının % 99’nun Müslüman kalması, böyle bir bilincin sonucudur.
Bir ülkenin Anayasasında, o ülkenin siyasi sisteminin dayandığı temellerin başlangıç ilkeleri olarak yer alması son derece doğaldır. Her ne kadar yasa hükmünün bir yerine “değiştirilmesi teklif dahi edilemez” türünden herhangi bir hukuki değeri bulunmayan naif ifadeler yerleştirilmiş bulunsa da neticede bir siyasi sitemin kendini hiç değilse bir Anayasa hükmü ile teminata alması ve siyasi anlamda mutlak bir üstünlük hakkı elde etmek istemesi onun hakkıdır. Devlet kuruculuğu, elbette böyle bir hakkı mündemiçtir.
Ama “bölünme korkusu” ile “laikliğin” yukarıda kısaca gösterdiğimiz tarihi köklerinden koparılarak kapalı, esrarlı, oligarşik bir yapının korunmasına çalışan siyasi operasyonların yakıtı olarak kullanılması artık süratle terk edilmelidir. Artık bu “laiklik-bölünme tahterevallisi”nden inmeliyiz.
Hayatımızı tehdit eden korkulardan kurtulmanın şartı, kendimizi savunma imkânı verecek belli bir maddi-fiziki güce kavuşana kadar beklemek değildir sadece; Türkiye’nin fiili ve potansiyel ihtişamının, tarihi imkânlarının, gücünün ve mehabetinin farkında olmak da gerekir. 
Sonuç olarak;
Türkiye’de iç siyasi iktidar hesaplaşmalarının temel referansları kılınan “bölünme” ve “laiklik” korku merkezlerinin birincisi, bizim birkaç asırlık, tamamen haklı sebeplere dayalı bilinçaltı gerçeğimiz, ikincisi ise Türkiye’nin büyümesinden büyük endişe duymakta olan Batının kendince haklı dayanakları ve gerekçeleri bulunan başka bir bilinçaltı gerçeğidir.
Bu ülkenin siyasi çekişmelerini, gruplaşmalarını ne yazık ki bu korkular beslemektedir. Ülkenin büyük bir çoğunluğu “bölünme” kâbuslarıyla yatıp kalkarken, sayıları az da olsa Türkiye statükosunun bugüne kadar vekilharçlığını yapmış elit azınlık ve bunların etkileyebildiği kitleler, her gün “laiklik elden gidiyor” korkularıyla sabahlamaktadır. Bunlar, Türkiye’nin yeniden bir dünya devleti olmak gibi hayalleri taşıyamayacağı türünden sureti Hak’tan “masum” bahanelere sarılıyor, ulusallaştırılmış, dünya Müslümanlarından koparılmış bir İslâm algısını ve bunu sağlayacak bir laisizm uygulamasını şiddetle savunuyorlar. “Bölünme”, bizim için tarihten günümüze net, açık, yakın ve somut bir tehlikedir. Ama “laikliğin” karşı karşıya olduğu tehlikeler hakkında somut örnekler bulmak hayli zordur. Halkın içinden bakıldığında ise laiklik etrafında üretilen korku senaryolarının izine tozuna rastlanılmıyor. Peki, bu korku kampanyalarının gerçek sebebi nedir şeklinde bir sorunun cevapsız kalmamasını istedik. Yukarıdan beri anlattıklarımızla ortaya çıkmıştır ki, bu korkuların asıl kaynağı ve üreticisi küresel ABD-Avrupa politikalarıdır.   2008


0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa