21 Ağustos 2018 Salı

“ULUSALCILIK” - “LAİSİZM” KARDEŞLİĞİ


                                              
                                                                           Mehmet Akif AK

“Millet”in  “Ulus” yapılmasının hikâyesine bakalım kısaca; sonra da “ulusalcılık” denen sapmanın son dönemlerde zuhur edivermiş bir maraza olup olmadığını birlikte görelim.
Bu hastalığın, Cumhurbaşkanlığı seçimini hedef alan karşı odakların taktik bir saldırısı olduğu zannı bizi fena halde yanıltır.
Gerçek, bir cümleyle şudur:
Cumhuriyet’i “millet” kurdu, “ulus” denen azınlık yönetti.
“Türkiye Büyük Millet Meclisi” ifadesinde yer alan “millet” ile kast edilen, sonrakilerin uydurduğu “ulus” denen “şey” değildi.
“Ulus”, kelime olarak da, kavram ve anlam olarak da “uyduruk” bir şeydir, kişinin ve toplumun hayatında herhangi bir duruma karşılık oluşturmaz. İnsanlık tarihinin herhangi bir döneminde de “ulus” diye bir şeye rastlanmaz.
Bat’ının döllemesi ile laboratuar ortamında hâsıl edilen “ulus”, hiç sanılmasın ki “millet”in öztürkçe karşılığı olarak uydurulmuş, naif bir Dil Kurumu şirinliğiydi. “Ulus”,  derin stratejik bir bilinçle tam da “millet”e karşı, onu silmek üzere üretilmişti.
“Ulus”, “millet”e karşı yürütülen savaşın silahıydı. Daha işin başında “ulusalcılar” ile “milliyetçiler” zıt kutuplar, hasım gruplardı. (Günümüz MHP yönetimini bunu bu kadar geç anlaması büyük bir talihsizlik, tarihten, uluslar arası siyasetten bihaberlik örneği. Neyse ki Doç Dr. Vedat BİLGİN öncülüğünde başlayan uyanışın hızla geldiği nokta için bu Parti ve yöneticilerine teşekkür etmek yine de bir görevdir)
Bu, gün gibi aşikâr hakikati anlamamakta direnmek, tipik bir “bize bir şey olmaz abi” ruh halidir. Bu ruh hali, sanıldığının aksine “cesaret”i değil “korkak”lığı haber verir. “Bize bir şey olmaz abi” diyenler, aslında bal gibi de burunlarının dibine dayanmış “tehlike” ile yüzleşmeye yüreği kifayetsiz olanlardır. “Yerli” Türk “aydını”, “ulus”çu sapmayı ve onun sembolize ettiği trajik dönüşüm sürecini asla ciddiye almadı. Son günlerde bu dolayımda ortaya çıkan yorumların büyük çoğunluğu ise olsa olsa komedi sektörünün ürünleri olarak ele alınabilir.   
Tarihimizde “ulus”un neye karşılık geldiğini anlamak için yalnızca bir gazetenin tarihini kısa başlıklar halinde okumak bile zihinleri uyandırmaya yeterdi oysa:
“Hâkimiyet-i Milliye” isimli gazete ilk nüshasını Ankara’da 10 Ocak 1920 yılında yayınlar. “Millet Meclisi”nin açılmasına daha 3 aydan fazla bir zaman vardır. Gazetenin kurucuları arasında Mustafa Kemal Paşa da yer almaktadır. Gazete “Milli Mücadele” adına yapılan savaşların sesi, “Millet”in kendi kendini idareye doğru attığı adımların sözcüsü durumundadır. Türk münevverleri öteden beri “Hâkimiyet-i Milliye” meselesini yoğun bir biçimde müzakere etmişler, yazılar, kitaplar yayınlamışlar, “Milli Hâkimiyet” prensibinin İslâm’daki “şûra”ya tekabül ettiğini, Milli Hâkimiyetin bir başka ifadesi olan “Cumhuriyet”in “Saltanat”tan daha “İslâmi” bir yönetim tarzı olduğunu savunmuşlardır. Hangi birini sayalım; Mehmet Akif’i mi, Said Nursi’yi mi, Seyyid Bey’i mi… Bütün bunları bu sütunlarda tartışacağız Allah izin verirse. Biz şu “Ulus”a dönelim yine.  
1934 yılına kadar adı “Hâkimiyet-i Milliye” olan bu Gazete, bu tarihte “Ulus” adını aldı ve 1950 yılına kadar Hükümetin, Batı sisteminin bir peyki yapılmamız sürecindeki “millete” dayatılan yanlış siyasetlerinin savunuculuğu misyonunu ifa etti. “Hakimit-i Milliye”nin “Ulusal Egemenlik”e dönüşmesiydi bu. Bu tarihlerden sonraki süreçte Gazte’nin neler yaptığı ise şu anki konumuz değil. Bu kadarcık bilgi dahi gösteriyor ki, bir gazetenin hayatındaki evrelerin takip edilmesi bile yakın tarihimizde gerçekte neler olup bittiğinin ap açık görülebilmesi için yeterlidir.
Batılıların “Aydınlanma” dedikleri vahşi çağın imalatı olan “ulus” önce “tüp bebek” veya “klonlama” tarzı yöntemlerle üretildi, sonra ona ruh verildi. Ruhun adı “laisizmdi”. Milletlerin, “dini” vardı; “ulusların” ise “laisizm”i oldu.
Ulusal yapılanmalarda, binlerce yıldır insanlığın hayatını ona göre düzenlediği “geleneksel din”, ancak bir alt kimlik unsuru olarak bırakılmıştı. Bu, lütfen ve kerhen verilmiş bir haktı ve bir mecburiyetten doğmaktaydı: Bir hamlede yok edilemeyeceği aşikâr olan dinler, geleneksel değerler, böyle bir yöntemle, tedrici bir yok oluş sürecine sokulmak istenmişti.
Sistem, şu şekilde işler:
 En üstte “ulusçu” ideolojik kimlik yer almaktadır. “Geleneksel din”, bu modern ideolojik ulusalcı, beşeri dinin kalıplarına uydurulur; meselâ “Arap İslam”ından, “Türk İslam”ından, “İran İslam”ından söz edilir, bu farklı İslamların savaşmaları bilhassa arzulanır; “Türkçe Ezan”, “Ana Dilde İbadet” tartışmaları açılır, v.s. Dinin inşa ettiği ve Batılı barbarların işlerini zorlaştıran “millet birliği”, darmadağın edilmek istenir.
Bu tasnifler, dikkat edileceği üzere “ulusal” tasniflerdir. Dinlerin kendi tasniflerinin havaya uçurulup buharlaştırılmak istendiği ne kadar açıktır; “Sünnilik”, “Şiilik”, “Ortodoksluk”, “Katoliklik” gibi sınıflamalar, yerlerini olabildiğince ayrıştırılmış etnik parçalara terk edecektir. Bütün bunlar, hiçbir tereddüde yer vermeyecek şekilde açık ve kesin olarak Batının imzasını taşıyan küresel bir projenin uygulamalarıdır.
            Masa başlarında kâğıt üzerinde, kalemle, cetvelle üretilmiş yeni “ulus devletler” için yeni “ulus”lar lazımdı ve bu yeni “ulus”ların kuruluş ana sözleşmeleri görevini ifa edecek yeni “ideolojiler” gerekmekteydi.
            Ulusçu ideoloji, “din”, “kavim” ve “dil” gibi tabii ve geleneksel unsurlardan parçalar alarak yeni bir formülle inşa ve imal sıfırdan ediliyordu. Bu formülasyonda mesela Kürtlük, Araplık, Türklük v.d., geleneksel anlamlarından tamamen ayrı bir muhtevaya bürünmekteydi. Metinlerde, sözlerde aynı isimlerin kullanılıyor olması, hayâsızca bir aldatmacadan ibaretti.
Hiçbir kavim, hiçbir millet, bu ulusçu ideolojiler çağında olduğu kadar tamamıyla yok olmanın eşiğine gelmemiştir. Çünkü ulusçu ideolojilerin küresel plan ve programlarında bazı kavimlerin ve milletlerin kökten yok edilmesi hedefi de yer almaktadır. Mesela Kürtlük ve Türklük bu yolla yok edilecektir. 
            Türkiye tarihinin “Cumhuriyet” ile başlayan yeni aşamasında cereyan eden değişimlerin iki veçhesi vardır: Kendi hür irademizle yaptıklarımız ve dayatmalarla kerhen razı olduklarımız… 1920’li yılların sonlarına kadar yapılanlar, Batı’nın istediklerini karşılama özellikleri taşısa da “millet”in iradesini yok saymaz, hatta bir ölçüde onu yansıtırlar. Bunları en fazla “aşırı bir sekülarizasyon” girişimleri olarak niteleyebilir ve yeri gelince de “ne yapmışız” der, tartışırız. Buna karşılık 1930’lu yıllarda yapılanlar “ulus”a aittir. Daha doğrusu “ulus”un efendileri konumundaki sınıfın Avrupa adına yaptıkları operasyonlarıdır.
            Batı, birkaç asırdır insanlığı var kılan ruha, mukaddesata ve hissiyata ne varsa tümüne  karşı vahşi bir operasyon yürütüyor. Dünyanın bugün bir mezbaha dönmüş olmasının en kısa anlatımı ancak bu olabilir. O, milletleri, devletleri, ülkeleri, kavimleri, işgal etti, dağıttı, parçaladı; insanlığı kendi hazırladığı kalıplara sokma uğruna savaşlar verdi. “Ulus” gibi, “laisizm” gibi çeşit çeşit kalıplara girip ambalajlanmaya direnenler, yok olmayı göze almalıydılar; ambalajlananlarsa zaten insanlık dışı bu ambalajlarda telef olmaktan başka şansa sahip bulunmuyorlardı.
            2007’nin Türkiye’sinde “Laisizm”den bir din çıkartılması operasyonları, hezimetle sonuçlanmış, Batı bu topraklarda bir kez daha yenilgiye uğramıştır. Türkler, “ulus” olmayı reddetmiş, “millet” kalmakta kararlı olduklarını göstermişlerdir.
Mağlupların elinde şimdi kala kala “ulusalcılar” diye yeni bir kavim yaratma seçeneği kalmıştır. Din hazırdır; eksik olan, bu dinin mensuplarıdır sadece. 2008 

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa