21 Ağustos 2018 Salı

YAKIN TARİHİ ANLAMAYI KOLAYLAŞTIRACAK ANAHTAR SORULAR



                                                 Mehmet Akif AK

Haydi, “umumi arzu” üzerine biz de güncele dalalım.
Fakat bu dalış sonunda sevgili okuyucular bir hayal kırıklığı daha yaşayabilir. Önceden uyarayım. Okuyanları “hidayete erdirecek”, “aydınlanmalarını sağlayacak” formülasyonlar sunma konusundaki yeteneksizliğimiz devam ediyor. Bu nedenle çoğu zaman “cevap anahtarı”nın nerde gizlendiğini gerçekten bilemediğimiz sorular soruyoruz. Ne yapalım, elimizden gelen budur.
O halde soralım.
Şu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası adı verilen Cumhuriyet tarihimizin ilk muhalefet partisi neden açıldı, neden kapandı? Kapatılmasına gösterilen gerekçe neydi?
Meseleyi daha iyi anlamak için çok fazla geriye gitmek gerekmez, Lozan’a bakmak yeterli. Lozan’a gidecek heyetin kimlerden oluşacağı gündeme geldiğinde kimse İsmet Paşa’yı aklından geçirmemişti. Hatta İsmet Paşa bile Heyet Başkanlığı teklifini alınca çok şaşırmış ve kabule yanaşmamıştı. Haklıydı, çünkü önünde “deve dişi” gibi paşalar vardı; Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Kâzım Karabekir, Refet Bele. Bunlar, hem yaşça, hem kıdemce, hem Kuvay-ı Milliye hareketinin kuruluşundaki rolleri bakımından İsmet Paşa’dan ileri konumlardaydılar. Her ne kadar Batı Cephesi Komutanı yapıldıktan ve Çerkes Ethem isyanının bastırılmasında etkin rol oynadıktan sonra İsmet Paşa’nın yıldızı parlamış görünüyorsa da kariyeri, Milli Mücadelenin kudretli paşalarının gölgesinde kalıyordu.
Mustafa Kemal Paşa, Zafer sonrası çıkacak ihtilafları önceden tahmin edebilmişti. Garp Cephesi Komutanlığının, çocukluktan beri sırdaşı, dava arkadaşı Ali Fuat Paşa’dan alınarak İsmet Paşa’ya verilmesinde bu tahminin rolü büyüktür. İsmet Paşa, ön safa bilinçli olarak hazırlanmıştır. Mustafa Kemal Paşa, daha savaş sürerken belirtileri görülen çatlaklar için hazırlık yapıyordu.
Lozan Görüşmelerinin, çok yaman geçeceği, hatta buradaki cephenin askeri savaş cephelerinden bile kat kat fazla öneme sahip olacağını herkes biliyordu. Dolayısıyla bu Cepheye komutan olarak da Askeri Savaşın muzaffer komutanlarının en kıdemlilerinden birinin veya bir kaçının gönderilmesi herkesin aklına ilk gelebilecek husustu.  Ama Lozan’a İsmet Paşa ve Milli Mücadele’de herhangi gayreti, çalışması ve başarısına rastlanılmayan ve diplomasiden de hiç anlamayan Tabip Rıza Nur gönderildi.
Uğur Mumcu, “Paşaların Kavgası”nın kişisel uyumsuzluklardan ileri gelmediğini yazmıştı. Ona göre de 19. asrın başlarından itibaren Büyük Güçler, Türkiye’nin iç işlerine müdahale etme alışkanlıklarını sürdürüyorlardı. Lozan, Kurtlarla dansın test yeri oldu. Yeni Türkiye’nin her anlamda statüsü ve sınırları –bazı istisnalarla birlikte- Büyük Güçlerce onaylandı. Fakat Lozan’ın sonuçları, Milli Mücadelenin kudretli paşalarını tatmin etmemişti. Bir hesaplaşmaya hazırlanıyorlardı. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kurdular.
Türkiye’ye Demokrasi, Cumhuriyet’ten önce gelmiştir. Cumhuriyet, mevcut demokrasinin üstüne oturmuştur.  Cumhuriyet’in ilanından sonra o tarihlerde Avrupa ülkelerinin Fransa hariç neredeyse tamamının rejimi olan Meşruti Monarşi (Krallı Demokrasi) biçimi tercih edilmemiş, zaten işlemekte olan Demokratik sistemimizde Saltanat yerini Cumhuriyet’e bırakmış, Türkiye ağır aksak da olsa demokratik bir ülke olarak yoluna devam etmiştir.  Bu, aslında sıradan bir bilgidir ama Türkiye’nin siyasi sorunlarını Cumhuriyet-Demokrasi denklemi etrafında tartışanları izlerken, bu küçük ayrıntıya ne denli vurgu yaptıkları, onların asıl niyetlerini anlamamız için gereklidir. Şu halde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası adıyla bir muhalefet partisi kurulması, kimsenin şaşkınlılıkla karşılayamayacağı tabii bir durumdu.
Kuvay-ı Milliye hareketini başlatan büyük komutanların Mustafa Kemal Paşa hariç nerdeyse tamamı yeni partinin kurucuları olmuşlardı. Aslında Mustafa Kemal Paşa, bu paşaları, önce eğer siyaset yapacaklarsa askerlikten ayrılmaları gerektiği seçeneğine zorlamış, böylece anılan kişilerin asker içindeki etkilerini kırmış, sonra da bir parti kurup karşıya geçmeye teşvik etmiş gibidir.
Yeni Parti’nin daha çok Lozan’ın açıklanan ve açıklanmayan kararlarına karşı gelişen muhalefetten doğduğu galip ihtimaldir. Ayrıca Lozan’da karar altına alınmayıp ertelenen konuların çözümünde uygulanacak politikalar konusunda da Paşalar, Mustafa Kemal’den farklı noktadaydılar.
Taraflardan hangisinin milli menfaatlere daha uygun politikalar izlediğini kesinleştirmek, o gün nasıl mümkün değil idiyse bugün de mümkün görünmüyor. Ama bu çekişmenin o tarihlerdeki yegâne rakibimiz ve üstümüzde vesayet hakkına sahip olduğu iddiası taşıyan İngiltere’nin elini güçlendirdiği tartışmasızdır. Bu durumda İngiltere taraflardan hangisini, hangi dozda teşvik etmiş olabilir acaba, ya da taraflardan yalnızca birisiyle mi ilgilenmiştir?
Parti kurulduktan kısa bir süre sonra Şeyh Sait isyanı başlamıştır. İngilizlerin bu isyanın neresinde ne ölçüde yer aldığı belli değildir; acaba gerçekten de belli değil midir? Şeyh Sait isyanının bir Kürt hareketi olmayıp İslâm’ı referans alan bir direniş olduğu, zahiren doğru görünüyor. Ama Kürtlerin Türklerle birlikte yeni devletin asli kurucu unsurları oldukları hususunda Lozan’dan önce varılan mutabakata Lozan’da ima yollu da olsa atıfta bulunulmamış olması, bu isyanın başlıca hareket noktalarından ilki olamaz mı? Hele de İngiltere ve ABD tarafından Osmanlı Kürtlerine ayrı bir devlete sahip olacaklarının vaat edildiği gün gibi ortada iken…
Bu isyanın başarıya ulaşsa bile Kürtleri ve Türkleri kurtaracak herhangi bir projesinin bulunmadığı açık değil midir? Öyleyse 1925’lerin Türkiye’sinde bu isyan, kimlere ne gibi yararlar ve zararlar vermiştir?
İsyan gerekçe gösterilerek ilan edilen olağanüstü yönetimle Türkiye Rejimi bir istibdada dönüşmüştür. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası derhal kapatılmış, Demokrasi rafa kaldırılmıştır. Lozan Statükosu, her tür hukuk ve kanun dışı uygulamayı, keyfi yönetimi kural haline getirmiştir. Milli Mücadeleyi başlatan kadronun önemli bir kısmı tasfiye edilmiştir. Kalanı da İzmir Suikastından sonra tasfiye edilecektir. Tek kelimeyle Türkiye zayıflamış, rakiplerinin ise eli güçlenmiştir.
İzmir Suikastı tam bir muammadır. Bu suikast girişimi ile Mustafa Kemal Paşa’nın hedef alındığı kesindir. Ama bu suikast gerekçesiyle Mustafa Kemal Paşa’nın dava arkadaşlarının tamamından koptuğu ve böyle bir şeyin bizzat Paşa tarafından arzulanan bir durum olamayacağı da açıktır. İsmet Paşa bile İzmir Suikastı şüphelileri arasındadır ve yakayı Fevzi Paşa sayesinde kurtarabilmiştir. Bu nasıl bir tutuklama furyası ki, suçlular, zanlılar ve şüphelilerin tamamı Mustafa Kemal Paşa’nın Milli Mücadeledeki silah arkadaşlarıdır. İlaç için olsun, tanımadığımız, esrarengiz bir kişi yoktur aralarında. Olaya bütünüyle bir iç iktidar kavgası görüntüsü verilmeye çalışıldığı bellidir.
Mustafa Kemal Paşa, büyük bir şok, hüsran ve öfke fırtınasına tutulmuştur. 1927’de Nutuk okunur. Nutuk’ta Terakkiperver Cumhuriyet (Şeyh Sait) olayı ve İzmir Suikastının açık ve kapalı derin izleri vardır. Milli Mücadele olayı artık açıklanması güç bir kargaşa olarak algılanmaya başlanmıştır. Öyle ya Mücadelenin bütün kadroları ya Mustafa Kemal Paşa’yı terk etmiş ya da uzaklaştırılmıştır. Nutuk’un bu durumda ana omurgası da nerdeyse kendiliğinden ortaya çıkmıştır: Milli Mücadele’nin bilinen öncü kadrolarının rolü iyice küçültülmüş, daha sonra da bunlar “hain” ilan edilmiştir. Düz bir mantıkla bakıldığında gerçekten de “hain” olmasalar, Mustafa Kemal Paşa’nın karşısına geçerler miydi? Oysa aradan şu kadar zaman geçtikten sonra şimdi kim kalkıp da Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy veya Rauf Orbay’a hain diyebilir, aklını ve vicdanını terk etmeden? Ya da Refet ve Nurettin Paşalara… Bütün bu Milli Mücadele kahramanlarına Nutuk’ta “hain” denildiği için biz de onlara “hain” mi diyeceğiz? Peki, Mustafa Kemal Paşa’nın “hain” dediklerine “hain” demez isek Atatürk’e ihanet mi etmiş oluruz?
Önemli bir bölümünün Mustafa Kemal Paşa’ya rağmen yapıldığını tahmin ettiğimiz 1925-1930 büyük tasfiyesinin son faslı Serbest Fırka ve Menemen Hadisesi olmuştur.
Türkiye’nin demokrasi gemisiyle yolculuk yapmaya, bir başka deyişle olan biteni öğrenip bunlara bizzat müdahale etmeye teşebbüs ettiği her hamle bir “gaile” bahane edilerek önlenmek istenmiştir.
Serbest Fırka kurucusu Fethi Okyar da Atatürk’ün çok yakın ve samimi dostudur. İki arkadaş ve ülkenin selameti için hizmet etmeye çalışan diğer kurucular, hep birlikte Türkiye demokrasisini ayakta tutmaya karar vermişlerdi. Çünkü demokratik bir rejimin hele de bizim gibi olağanüstü dış baskılara maruz bulunan bir ülkede sağlayacağı ilk yarar, dışardan gelen baskılar karşısında devlet adamlarına milletle beraber karşı çıkabilme imkânı veriyor olmasıydı.
Türkiye’nin demokrasi teşebbüslerini danışıklı dövüş olarak yorumlayan ve Mustafa Kemal Paşa’yı tiyatro yönetmeni, Terakkiperver Cumhuriyet ve Serbest Fırka teşebbüslerini de tiyatro oyunu sananlar yanılıyorlar. Dış askeri saldırıları önlemek için nasıl kuvvetli bir ordu elzem ise, siyasi ve ekonomik baskılara karşı durmak için de gücünü halkından alan, dışarıya değil milletine muhtaç olan kuvvetli bir iktidar gerekir. Bu bakımdan Türkiye’nin demokrasi hamleleri, uluslar arası konjonktürden çok daha fazla olarak Milli irade ve buna kulak veren yöneticilerinin eseridir.
Tekrar etmekte bir sakınca yok. Cumhuriyetimiz, tarih ve tecrübece daha yaşlı olan Demokrasimiz tarafından kurulmuştur. Türkiye’deki darbelerin neden dış kaynaklı olduğunu da açıklayan bir durumdur bu; 1876 (Sultan Abdülaziz’in katli) 1909 (31 Mart), 1913 (Bab-ı Ali Baskını), 1925 (Şeyh Sait İsyanı), 1926 (İzmir Suikastı), 1930 (Menemen Vak’ası), 1960 (27 Mayıs ihtilali), 1971 (9-12 Mart), 1980 (12 Eylül İhtilali) 1997 (28 Şubat müdahalesi)… Ülkemizdeki bu iktidar değiştirme operasyonlarının Bâb-ı âli baskını hariç hepsinde İngiliz-ABD parmağı bulunduğu kesinleşmiştir.
Türkiye’deki darbeleri, iç iktidar odaklarının rekabetine bağlamak, laisizm-din eksenine oturtmak, bu darbelerin asıl faillerinin delil karartma eyleminden başka bir şey değildir. Yaklaşık 200 yıldır, bu ülkede iktidarlar dış güçlerin müdahaleleriyle el değiştirir. Bize gösterilen gerekçe çoğunlukla irtica ve laiklik, bazen da komünizm ve bölücülük olsa bile bu gerekçelerin darbelerdeki gerçek payı yüzde bir bile değildir. Asıl sebep ise, Türkiye’nin kendi sistemini kendi iradesiyle kurup işletme girişimlerinin kurulu yabancı Statükoyu rahatsız etmeye, zorlamaya başlamasıdır ve serbest seçimlerin bu milli iradenin tecellisine imkân hazırlamasıdır.
Bir başka kolaycı yorum da, tüm bu ihtilalleri ve müdahaleleri askere yıkıp işin içinden kolayca çıkmaktır. “Papaza kızıp oruç bozma” türünden bir refleksle, Milletle Ordusunu karşı karşıya getirmek isteyenlerin başka bir çarpıtması karşısında olduğumuzun farkına varmalıyız. Çünkü 1876’dan bugüne hiçbir darbe ya da müdahale, TSK’nın kendi inisiyatifi ve iradesiyle cereyan etmemiştir. Halk ile ordusunun arasına ulaşılmaz mesafeler koymayı başaran büyük güçler, yalnızlaşan askere daha kolay nüfuz edilebileceğini iyi hesaplamaktadırlar.
Daha önce de yazdık. Büyük Oyun’daki gerçek yerimizi almamızdan korkan rakipler, bizleri “laisizm-bölünme” tahterevallisinde oynatmaya devam etmek istemektedirler. Önümüzdeki günler, artık çocukluk çağını geride bırakıp tekrarlanıp duran oyunun iç ve dış koordinatlarını görüp görmediğimizin ortaya çıktığını hep beraber göreceğiz. 2008

Etiketler: , , ,

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa