21 Ağustos 2018 Salı

ASKERİN YABANCILAŞMASI



ASKERİN YABANCILAŞMASI,
ASKERİN YABANCILAŞTIRILMASI,
ASKERE YABANCILAŞMA
                                                                                 Mehmet Akif AK
           
Aynı konuya ait, üç farklı durum. Üç farklı özne, üç ayrı yol, ama varılan menzil aynı: Millet-Asker yabancılaşması.
“Yabancılaşma”, çok ilginç bir kavram. En az Hegel’den beri biliniyor. Fakat onu tedavüle sokan Marx olmuş. Konuya eğilen her fikir adamı kendi “yabancılaşma”sını kendi inaçları doğrultusunda tanımlamış. Kelime, pek çok mana yüklemeye hayli elverişli. Buna karşılık bütün “yabancılaşma” teorileri içinde Marx’ın yazdıkları, hâlâ en doyurucu olanıdır. Tabii ki bir “yabancılaşma” incelemesi, şu anki konumuz değil. Yabancılaşma tanımlamaların belki de hepsinde mevcut olan ortak bir özelliğe işaret edip konumuza geçeceğiz. O özellik şudur: Hangi açıdan ele alınmış olunursa olsun, “yabancılaşma”, bir olumsuzluk, bir arıza, bir kaza, hatta bir hastalık olarak nitelenmiştir.
Biz, Millet-Asker yabancılaşmasında aynı maksada hizmet eden ve aynı sonucu doğuran üç farklı  “yabancılaşma” türünden söz etmek istiyoruz. Şöyle:
1. ASKERİN YABANCILAŞMASI
Türk Askerlik Sistemi, Yeniçeriliğin ve ona bağlı tüm sosyal yapıların imha edildiği 1826 tarihinden bu yana “milli” bir yapıya geçmiştir. Devlet, bu tarihte uygulamaya koyduğu yeni düzenlemede, kendi milletiyle bir askerlik kontratı yapmıştır. Buna göre millet, Devlet ihtiyaç duyduğu savaş durumlarında kadınlar ve eli silah tutamayacak yaşta olanlar hariç tümüyle “asker” haline gelecektir.  Bu tarihten önce “asker” konusunu Profesyonel bir ordu ve savaş zamanında toparlanan sipahilerle çözen Devlet, artık tamamen millete dayalı mecburi askerlik sistemine geçmiştir. “Din ü devlet, mülk ü millet” söz konusu olunca millet, bu kontrata tereddütsüz imza atmıştır.
Mecburi askerliğin hiçbir maddi bedeli yoktur. Buna karşılık “şehitlik” ve “gazilik”, bir mümin için ulaşılacak en yüksek mertebelerdi ve bu mertebelere yükselmek ancak asker ocağında nasip olabilirdi.  Mecburi askerin kendisi ve ailesi için askerlikten elde edilecek yegâne sonuç, “din ü devlet ve mülk ü millet”in selametiydi. Şayet bu esnada bir de şehitlik ve gazilik nasip olmuşsa bu, en büyük armağana kavuşmak demekti. Bu idealler, askerin görevini aşk, heyecan ve imanla yapmasına yetmiştir, hâlâ da yetmektedir.
Yeni dönemin askerlik sisteminde dini motifler, artık her zamankinden daha fazla vurgulanır. Öyle ki askerin gündelik dini hayatı, savaş ve barışta dini görevlerini nasıl yerine getireceği gibi konularda yazılmış pek çok kitap, bizzat Genel Kurmay tarafından askerlik yayını olarak çıkarılır. Sivil yayın ortamında ise kahramanlık şiirleri, hikâyeleri, marşlar yazılır,  basılır (Namık Kemal’i, Ömer Seyfettin’i hatırlayalım).  Öyle ki askeri-sivil bu tür yayınlarla büyük bir külliyat oluşur.  Yeni dönemde kurulan ilk ordunun adı bile bize pek çok şeyi anlatmaz mı? “Asakir-i Mansure-i Muhammediye”! (Hz.) Muhammed’in Yardım Edilmiş (edilecek) Askerleri! Ordunun “Peygamber Ocağı” olarak adlandırması da kendiliğinden ortaya çıkmış bir şey değildir. Bu iklim, kendi dilini, edebiyatını, devletin de bu çerçevedeki programlı çalışmaları sayesinde kısa zamanda üretmiştir. Hem millet, hem de devlet nezdinde  askerlik, artık din için, vatan için ifa edilecek kutsal bir vecibedir. Askerlikten kaçınmak ise zamanın fıkıh kitaplarında “büyük günahlar” arasında sayılır.
Az zaman içinde “milli askerlik”, folklorik unsurlarla da beslenmeye başlar. Askere gönderme şenlikleri, alayları bu dönemde sıkı bir gelenek haline gelir. “Askerlik yapmayanı adamdan saymamak, böylesine kız vermemek” şeklinde toplumsal kurallar oluşur. Askere, askerliğe ilişkin hasret, gurbet, aşk türküleri yakılır; “asker yolu beklerim – asker oldum piyade – Allah nasip eylesin omuzu tüfekliye” gibi. Askerliğini onbaşı ve çavuşlukla tamamlayanlar, döndüklerinde toplumda yeni bir itibar, hatta statü kazanırlar. “Çavuşluk”, bunların çoğunun sivil hayattaki adı olur. Askerlikten dönmüş olanların, hele de askerliğini rütbe ile tamamlamışların yürüyüşleri, oturup kalkışları bile değişir. Ayrıca askerlik, daha önce her hangi bir mesleği olmamış kimselerin meslek edinmelerine de imkân sağlar; sıhhiyelik, marangozluk gibi. Okuma yazmayı askerlikte öğrenenler de çoktur (Ali Okulu).
Askerliğin ana gövdesini belirli bir yaşa girdikten sonra silâhaltına alınan veya seferberlik hallerinde topluca asker haline gelen milletin kendisi oluşturur. Muvazzaf sınıf, bu asker milleti sevk ve idare etmekle görevlidir. Yani, muvazzaf subaylar, ana gövdenin bir parçasıdır yalnızca, kendi başlarına bağımsız çalışan bir birim olmazlar. Onlar, ancak komuta edebilecekleri bir asker topluluğu varsa bir anlam ifade ederler. Mecburi asker olan milletle muvazzaf asker, bu sistemde iç içe girmiş durumda etle tırnak gibidir.
Tarihimizde kimi zaman 15 yıla kadar yükselmiş uzun mecburi askerlik süreleri, muvazzaf sınıfın, ana gövdenin ayrılmaz bir parçası haline gelmesinin başlıca sebebi olmuştur denebilir. Mecburi askerlik sürelerinin uzunluğuyla orantılı olarak, askerlik millet için bir meslek ve meşrep olmaya başlamıştır. Dolayısıyla Türk Ordusu, bu tür bir mecburi askerlik yapılanmasının gereği olarak, sürekli milletle iç içe yaşaması sebebiyle, devletin diğer bürokratik aygıtlarından ayrılır.
O halde;
Mademki “milleti” askerleştiriyorsun; millet, senin ruhunu, hammaddeni oluşturuyor; o halde senin bileşimin, formülün de milletle aynı olacak. Şehitlik ve gazilik üzerine kurulu bir yapıda, bu yüce rütbeleri tespit ve tayin etmiş bulunan Din, senin hayatında en az millette var olduğu kadar var olmak zorunda.
Senin milletle, milletin de seninle yaptığı kontratın devlet sistemimizin içinde bir benzeri yoktur. Bu senin için hem eşsiz bir imtiyaz, hem de bir yüktür. Bu kontrat gereği, senin terfi, tayin ve azil sistemin, yemin merasimlerin, sancak devir-teslim törenlerin, devletin diğer bürokratik çarkıyla temelden farklılık gösterir. Eğer profesyonel bir bürokratım olsaydın, yaptığın yanlışlardan dolayı kolayca tazminatını öder, sözleşmeni feshederdim. Ama seninle aramdaki kontrat –muahede kelimesi daha doğru-, seni sıradan bir çalışanım olarak görmemi engelliyor.
Ben muahedeme hep sadık kaldım; mutabık olduğumuz üzere, şehitlik-gazilik adına yine çocuklarımın eline kına yakarak, davullu zurnalı şenliklerle sana gönderdim, göndermeye devam ediyorum. Sana güvendiğimi, hatta en çok sana güvendiğimi her fırsatta bütün dünyaya ilan ediyorum. Ama aramızda pek de dile getirmediğimiz bir soğukluk, bir “yabancılaşma” olduğu büsbütün yalandan mı ibaret? Fitne fesat tacirlerine eyvallah, ama bunda senin de payının büyük olduğunu hala görmezden geliyor olmanın kime ne yararı olabilir?   Aramıza bir süredir koyduğun mesafeleri asla kafam almıyor. Yaşanan bir takım olumsuzluklardan hep başkalarını sorumlu tutmak, hiç de gerçekçi değil.
(Bir parantez açarak, son günlerde yeniden gündeme taşınan “profesyonel askerlik” hakkındaki düşüncelerimizin ana fikrini kısaca arz edelim. Ordunun tümüyle profesyonelleştirilmesine taraftar değiliz. Bu kanaatimizin gerekçelerini ancak ayrı bir yazı ile anlatabiliriz. Profesyonellik çerçevesinde bazı teknik düzenlemeler yapılabilir. Ordunun siyasete müdahalesini önlemek, millete ait herhangi bir yapının kendini milletin sahibi, güdücüsü makamında görme tehlikesine düşmesine fırsat vermemek gibi gerekçelerle askerlik sisteminin tepeden tırnağa profesyonelleştirilmesi cazip görünse de, millet ile ordunun bağlarını sadece bürokratik bir ilişki düzeyine indirmek, faydadan çok zarar getirecektir.)  

2. ASKERİN YABANCILAŞTIRILMASI
Askerlik sistemimizin ıslahı yolunda 19. yüzyılın başlarından itibaren girişilen reform hareketleri çerçevesinde, Avrupa devletleriyle sıkı ilişkiler kurulmuştur. Yeni ordular kurulması, bunların teşkilatlandırılması, askeri personelin eğitimi gibi konularda yabancı uzmanlardan yararlanılmıştır.
Reformlar döneminde Türkiye, reform hareketlerinin en başına her zaman Askeri Islahatları koymuştur. Peş peşe alına yenilgiler, toprak kayıpları, askeri reformları “acil” hale getirmiştir.
Reform Dönemlerinde çok sayıda Avrupalı askeri uzaman, Avrupa askerlik sistemini öğretmek üzere Türkiye’ye getirtilmiştir. Bunların arasında Alman olanların sayısı hayli fazladır. Almalarla askeri işbirliği, I. Cihan Savaşında zirveye çıkmıştır. Yabancı askerlerle ilişkilerin derinlik seviyesi en başta Ordumuzun içinde ciddi rahatsızlıklara yol açmıştır. Mustafa Kemal Paşa, I Cihan Savaşı sırasında Alman askeri unsurlarıyla ilişkilerin şeklinden duyduğu rahatsızlık sebebiyle mücadele vermiş ve bu nedenle bedel ödemiş bir komutanımızdır. Yabancı askerlerle yoğun ikinci temasımız NATO’ya girmemizle başlar. Ordumuz, NATO sistemine göre adeta yeniden inşa olunur. Sözünü ettiğimiz rahatsızlıklar NATO döneminde de yaşanır ve hatta NATO’dan bağımsız kalabilmek amacıyla Ege Ordu Komutanlığı Kurulur. Kıbrıs Harekâtından sonra rahatsızlıklar daha da artar. Bu yoldaki örnekleri çoğaltmak mümkün.
19. yüzyılın başlarından itibaren Türk Ordusunun yeniden kurulması sırasındaki yeni hedeflerinden yukarıda söz etmiştik. Özetle bir kere daha hatırlayacak olursak; daha ilk günlerde yeni orduların, bir gün gelip bütün milletle birlikte topyekûn bir milli mücadele vermek zorunda kalacağı hesap edilmiştir. Yeni Türk ordusunun en önemli stratejik hedefi, ülkenin topraklarını muhafaza etmektir. İki düşman vardır, dışarıda Türkiye’den toprak alma yarışına girmiş büyük devletler ve içeride kendi bağımsız ulus devletlerini kurmak için isyan eden bir kısmı sadece Türkiye’ye karşı kurulmuş uyduruk uluslar. Zaten, bölme ve parçalama amaçlı yeni “ulus” türleri bütünüyle üretimdir.
Türk Ordusunun, NATO ve benzeri askeri ittifak sistemleri içinde kendi varlık nedenleri ve kuruluş ruhu ile bu organizasyonların var oluş nedenlerini uyuşturmakta ve bağdaştırmakta zorluklar çekeceği öngörülemez bir şey değildi. Bu ittifak sistemleri içindeki büyük devletlerin, Ordumuzun temel varlık gerekçelerinin sorgulanır hale getirilmesinde doğrudan ve zımnen telkinlerde bulunacakları da beklenmeliydi. Sorun, ordumuzun, bütün yönleriyle “milli bir ordu” olarak varlığını nasıl koruyacağında düğümleniyordu. İlişkilerin çok sıkılaşması, derinleşmesi, sorunun boyutunu da büyütmektedir. Kabul etmeliyiz ki, bu ittifak sistemleri içindeki ilişkilerde aleyhimize bir takım sonuçlar doğuracak dengesizlikler bulunmaktadır. Ordumuzun imkânları, netice itibariyle ülkemizin imkân ve kapasitesiyle sınırlı olmak durumundadır. Silah, araç, gereç ve teçhizat bakımından bağımsız ve kendine yeterli bir düzeyde olmaktan hayli uzak bulunduğumuz da açıktır. Bu dengesizliklerin ilişkilerde sağlıksız alışverişlere yol açabileceği hesaplanabilir bir şeydir.
Sonuç olarak, kelimenin bütün anlamlarıyla “milli” bir ordu olmakla, aynı anda NATO’ya bağlı bir ordu olmanın kolayca bağdaştırılır bir durum olmadığı açıktır. “Ordunun Yabancılaştırılması”nı buralarda arıyoruz. Dış merkezlerle yoğun ilişkiler, Türk Ordusunun kuruluş amaçlarına olan sadakatinde aşınmalara yol açabilmektedir. Türk Ordusu, kendi kuruluş amaçları arasında bulunmayan, hatta bazen onlarla çatışan bir takım hedeflere göre pozisyon almak zorunda kalabilmektedir.

3. ASKERE YABANCILAŞMA
Yukarıda ana hatlarıyla anlatılan iki tür yabancılaşma dinamiği, bir başka “yabancılaşma” türünün doğmasına ve gelişmesine yol açmaktadır; halkın, kendi askerine yabancılaşması. Milli bir ordu için bundan daha büyük bir tehlike olamaz. Bir halk için de varlığının, bekasının ve güvenliğinin yegâne dayanağı olan teşkilat hakkında tereddütlere düşmekten daha büyük felaket bulunamaz. Emniyetin teminatı olanlara emniyet edilememesinden daha vahim bir durum olabilir mi?
Askeri yetkililerin, çeşitli vesilelerle yaptıkları şu tür açıklamalara sık sık tanık oluruz: “Bazı malum iç ve dış çevreler, Türk ordusunu yıpratmayı kendilerine başlıca hedef haline getirmişlerdir. Bunlar, Türk milleti ile askeri arasına nifak sokmaya çalışmaktadırlar.”
Bu tespitler, tamı tamına doğrudur. Ancak bir takım olumsuz sonuçları yalnızca iç ve dış bazı odakların kötü niyetli çalışmalarına bağlamak, tabii ki gerçeğin kendisiyle örtüşmez.
Dünya tarihinin bölgemiz ve bizim için en olumsuz şartlarının yaşandığı bir dönemde, Türkiye’nin adeta canavarların ağzından alınarak kurtarılmasında ve varlığını devam ettirmesinin sağlanmasında askeri erkânın rolü, kolayca anlatılamayacak kadar büyük olmuştur. Daha sonraki dönemlerde ise uçurumun kenarından çekilen Türkiye’nin bu defa da bağımsızlığının, toprak bütünlüğünün ve siyasi sisteminin korunması Askerin tabii görevi olmuştur.
Son 250-300 senedir ülkemizin muhatap olduğu öldürücü, parçalayıcı vahşi saldırıları gerçekleştirenler, bugün yeryüzünden buharlaşıp uçmuş değiller. Bu saldırgan milletler, daha da güçlenmiş bir şekilde ayaktalar. Ne yazık ki dünyada savaşlar, düşmanlıklar, vahşet, talan ve istila devam etmektedir. Türkiye, bu zalimane saldırıların tam da göbeğinde duruyor. Dünyanın en “medeni, demokrat, insancıl” ülkeleri ne hikmetse dünyanın en tehlikeli silahlarına, en büyük ordularına sahip bulunuyorlar.  Budala olanlar ve kötü niyetliler dışında hiçbir akıl sahibi, Türkiye gibi bir ülkenin güçlü ve milli bir ordusunun var olması gerektiği hakikatine karşı çıkmaz.
Bu çerçevede Türkiye’nin varlığıyla sorunu bulunan yabancı güçlerin, Türk askerini yıpratmaya, zayıflatmaya ve bu amaçları için içeriden müttefikler bulmaya çalışmaları gayet anlaşılır bir şeydir. Anılan çevrelerin yerli müttefiklerinin TSK eleştirilerinde hiçbir şekilde askerin bu ülke için taşıdığı önemi vurgulayan ifadelere rastlanmaz. Saldırgan bir üslupla askerin tümünü kurumsal olarak hedef alırlar. Bunlar, askerin darbelere bulaşmış olması gerekçesinden hareketle bütünüyle TSK’ya hücum eder, orduyu, demokrasinin, insan hakları ve hukuk devletinin en büyük karşıtı ve engeli olarak gösterirler. Amaç üzüm yemek değil, bağcıyı pataklamaktır.
Böyle bir TSK muhalifliğinin dini hassasiyet taşıyan, muhafazakâr medyada göze batacak ölçüde görünüyor olması bu ülkenin büyük paradoksudur. Türkiye’nin muhafazakâr büyük çoğunluğunun sözcülüğüne soyunan bir medya, kurumsal olarak askerin karşısında bir çizgide olamaz. Eleştirilerini sahiplenerek, ölçülü ve dostça yapar. Her ne sebepten olursa olsun, yaşanan soğukluğu gidermek, söz konusu medyaya düşen bir görevdir, askere değil. İnsan psikolojisi, toptan mahkûm edilmeye, yapılan herhangi bir yanlışlıkla mütenasip olmayan cezalara muhatap kılınmaya daima tepki gösterir. Asker cephesinde yaşanan bir takım yanlışlık ve arızaları kasıtlı olarak kurumsal bir davranışın ürünü sayıp genellemeler yapmak kabul edilemez. Genellemeye, ancak genelleme ile karşılık verilir. Sonuç kaostur; askersiz bir millet ya da milletsiz bir asker.         

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa