21 Ağustos 2018 Salı

“TUNA NEHRİ AKMAM DİYOR”



                                                                  Mehmet Akif AK

Medeniyetlerin anası Denizler ve nehirler ise, dağlar da hiç şüphesiz babasıdır.
O ne sırdır öyle!
Koskocaman yüce dağlar, bağırlarında gizledikleri muazzam depolarda muhafaza ettikleri hayat kaynağı suları takdir edilmiş miktarlarda vadilerden ovalara, oralardan da asıl sahipleri olan denizlere geri verirler. Dağların denizlere aşkı ve hasretinin şiirleridir nehirler, ezgileridir. Ve medeniyetler bu aşktan doğar.
Nehirler, vadilerden, ovalardan ağır ağır iner, mümkün oldukça yollarını uzatarak, tabiata can bağışlaya bağışlaya, denizlere doğru uzayıp giden vuslat yollarında kimi durgun, kimi coşkun ilerleyip giderken, adem oğullarına da şehirler, ülkeler ve medeniyetler armağan ederler.
Nehirler, peygamber vatanı sessiz ve sakin dağların denizlere olan aşklarını, coşku ve heyecanlarını taşır.
Nehirler, şehirleri, ülkeleri, medeniyetleri doğurur, çocukluktan başlayarak onları emzirir, yedirir, içirir ve büyütürler. Irmakların çocukları olan medeniyetlerin ölmeleri ise artık her bir medeniyetin evlatlarına kalmıştır; İlahi sünnet hiç aksamadan hükmünü yürütür; ülkeler, devletler, ettiklerinin karşılığını bulurlar.  
Dağların, nehirlerin ve denizlerin ruhundan kopan medeniyetler, kaçınılmaz olarak söner, artlarında arkeoloji ve tarihi malzemeleri bırakır, yokluğa karışırlar.
“Çağdaş uygarlık”, dağdan, nehirden ve denizden doğmamıştır. O, susuz, nehirsiz çöllerde tabiata meydan okuyan gökdelenler dikiyor ve üstelik bununla da öğünüyor; aptalca. “Çağdaş uygarlık”, tabiatın mahsulü değil, onunla savaşın hâsıl ettiği, ruhsuz bir hilkat garibesidir.  Klasik medeniyetler, çoğunlukla tabiata hürmetkâr, denize, nehire, dağa dost ve akraba iken, hatta onun bir parçası olmuşken, “çağdaş uygarlık”, tabiatı ve ondaki tüm canlıları, insanı korkunç bir yok oluş sürecine sokan tabiat afetlerinin, çevre sorunlarının biricik faili olmaktadır.
Ganj’ın, İndus’un, Seyhun, Ceyhun, Fırat ve Dicle’nin, Nehirlerin Efendisi Nil’in medeniyet ışıkları, çağdaş uygarlığın tüm tahribatına rağmen günümüzü aydınlatıyor.
Nehirler, dünyanın yaşamakta olduğu kan, ateş, ölüm ve zulüm sahnelerine rağmen bizlere umut saçıyor.
Tuna’nın hikâyesine de bu pencerelerden bakmak gerekir.
Şunu peşinen söylememiz gerekir: Tuna, medeniyet kurma bakımından fakirdir ve Hind, Mısır ve Mezopotamya nehirleriyle kıyas dahi edilemez. O, bir tabii su yolu olması hasebiyle ticari ve özellikle de askeri bakımdan büyük önem taşımıştır. Bitip tükenmeyen savaşların nesnesi ve sahnesi olurken, devletler kurup yıkmasıyla öne çıkmıştır.
“Tuna Medeniyeti”, Hz. İsa’dan 4,000 yıl kadar önce, buraya Akdeniz’den gelenlerce kurulmaya başlanmıştır deniliyor. Eğer bu rivayet doğruysa, Tuna’yı Akdeniz yoluyla Mısır’a, oradan Mezopotamya ve İran yoluyla Hint’e bağlamak, temelsiz bir iddia olmaz. Bu da Tuna’nın Nil, Dicle-Fırat ve Ganj’la buluşması anlamına gelir.
Hz. İsa’dan sonra 7. asır civarlarında Tuna’nın Karadeniz’e göre sağ kısmında yaşayan Slavlar arasına Bulgar toplulukları yerleşti ve burada Bulgar krallığını kurdular. Bunların Türk asıllı oldukları, çok erken zamanlarda İslâm’ı kabul ettikleri, bir süre sonra ise esrarengiz bir biçimde kayboldukları yolunda araştırmalar bulunuyor.
Tuna’nın sol kısmında ise Slav, Ural-Altay ve Romalı unsurlar birleşerek Rumen milletini meydana getirdiler. Bu halk, 14. yüzyıldan başlayarak Eflak ve Buğdan siyasi birimlerini kurdu. Bu voyvodalıklar, Osmanlı hükümranlığı altında siyasi mevcudiyetlerini koruduktan başka Osmanlı teminatı altında daha da sağlam temellere dayandırarak varlıklarını sürdürdüler ve bugünkü Romanya’nın temelini oluşturdular.
İşte Tuna Ana’nın çocukları olan başlıca şehirler… Viyana, Ulm, Ingolstad, Passau, Linz, Budapeşte…
Tuna, Viyana civarındaki dağlardan doğar, irili ufaklı sayısız kolla beslenerek Balkanlara iner ve tekrar Kuzey’e kıvrılarak Avusturya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Sırbistan, Bulgaristan ve Romanya’yı geçer, tam 850 bin kilometrekarelik bir havzaya hayat vererek Karadeniz’le buluşur.
16. Asır’dan başlayarak Tuna Nehri, Türküler ve Mehter marşlarıyla, ezanla, tekbirle, salat ü selamla, gülbankla şenlenir. Tuna havzasındaki Osmanlı şehirlerinden bir kısmının adını anmak bile Türkler için şan, şeref, yenilgi, hezimet, hüzün, hasret ve gurbet dolu tarih sayfalarında bir cevelan etmek için kâfidir: Estergon, Budin, Mohaç, Eğri, Kanije, Tamaşvar, Vidin, Niğbolu, Silistre…
Tuna Havzasını fethetmek ve elde bulundurmak, Büyük Osmanlı Devleti bakımından bir mecburiyetti. Karadeniz’e tam hâkimiyet kurabilmek, burayı Avrupa’nın merkezine bağlayan, üstünde gemilerin dolaşabildiği büyük bir su yolu durumundaki Tuna nehrinin her iki yakasında bir güvenlik bandı oluşturmaya bağlıydı. Osmanlı Devleti, daha henüz büyük Rusya kurulmamışken, Avusturya ise tek başına ona karşı çıkacak kudreti bulunmayan orta halli bir devlet iken, Tuna boylarının önemli bir kısmını kısa zaman içinde fethetti.
Tuna, Osmanlı Devletinin yaklaşık 500 yıl boyunca Balkanların mutlak hâkimi olmasının sırlarıyla yüklüdür. Tamamı sadece Tuna’da seyr ü sefer yapabilecek şekilde inşa edilmiş gemilerden oluşan “İnce Donanma”, Karadeniz’den giriyor, Tunay’ı Viyana yakınlarına kadar kat ediyor, dosta güven, düşmana korku veriyor, Tuna üstündeki ticaretin emniyetini sağlıyordu.
Bütünüyle benzer gerekçelerden hareketle ve kendileri bakımından gayet doğru sebeplerle Avusturya, Prusya, kimi zamanlar Almanya, ilerleyen tarihlerde ise Rusya, Tuna havzasına sahip olma savaşı verdi.
Tuna, Avusturya, Macaristan, Rusya, Romanya, Bulgaristan ve Türkiye’nin kader hercümerçlerine, yenilgi ve zaferlerine yegâne tanıktı. Tuna Nehrinin sakin akan suları bu devletlerin ve onların vatandaşlarının bir yandan kaderini yazıyordu, öbür yandan tarihini. Bir vakanüvis gibi hep yazdı ve yazıyor.
Tuna boylarına hâkim olduğunda kader Avusturya’ya merkezî bir Avrupa devleti olduktan başka aynı zamanda bir Balkan devleti olma hakkını da bahşediyordu. Bugün de Avusturya-Almanya hattı, Balkanlarla yakından ve derinden ilişki içindedir. Konu, Avrupa Birliği konseptine yine Germen kozu ve silahı şeklinde taşınmıştır ve elde tutulmaktadır. Tuna artık Avrupa Birliği’nin stratejik hattıdır.  
Rusya, Osmanlıları Tuna’dan püskürttüğünde Osmanlıların Balkanlarda tutunamayacağını, bunu takiben Türklerin Karadeniz hâkimiyetinin ortadan kalkacağını ve sonunda yalnız kalmış Kırım’ı kolayca yutabileceğini hesap ediyordu. Ve bu hesap aynen çıktı.
Rusya ile asırları içine alan husumet ve rekabetimizin Balkanlar kısmının tam merkezinde Tuna vardı. 18. yüzyılın sonlarında Rusya, Kırıma bağımsızlık vermesi için Osmanlı Devletini zorladı ve bunu başardı. Kaynarca Anlaşması, Kırım’ı Osmanlı’dan kopardı. Artık bu tarihten sonra Kırımın Ruslarca yutulması ve Tuna havzasının Rus hükümranlığına geçmesi kaçınılmaz oldu. Artık Yunan, Sırp ve Bulgar isyanlarının Rusya tarafından yönetilmesi çok kolay geçekleşecekti. Çar Deli Petro nice zamandır Osmanlı hâkimiyetindeki bütün Hıristiyanların, öncelikle de Ortodoksların hamisi olduğunu dünya âleme ilan etmişti.
“Estergon Kal’ası bre dilber aman subaşı durak / Kemirir gönlümü bir sinsi firak / Gönül yar peşinde yar ondan uzak / Akma Tuna akma bre Şahin aman ben bir dertliyim…”
Tuna, üç büyük devletin paylaşım ve hâkimiyet alanıydı. Tuna havzasını elinde tutan devlet, diğerlerini dehşetli, karşı konulması zor bir baskı altında tutabiliyordu. Bu gerçeğin derin şuurunda olan Rusların Balkan topraklarına saldırıları, neredeyse hiç fasılasız bir şekilde ver defasında şiddetini artırarak devam etti. Eşzamanlı olarak Sırp, Yunan ve Bulgar isyanları Rusların büyük desteğiyle sürüp gitti ve bunlar çok geçmeden Osmanlı’dan  
Osmanlı atalarımız, en parlak zaferlerini ve en acı mağlubiyet, hatta bozgunlarını Tuna boylarında yaşadılar.
Osmanlı’nın Balkanlarda var olma mücadelesi ve direnişi, toprağın ve Tuna sularının bağrına bir fidan gibi düşen yiğitlerin ardından yükselen ağıtlarlarla, gurbet ve hasret türküleriyle, benzersiz direniş destanlarıyla insanlığın tarihine abidevi kayıtlar düştü.
Toplumların ve devletlerin kaderinde yaşanmış garip tarih cilvelerine, akıl sır ermez tesadüflerine hayretle bakmaktan başka ne yapılabilir ki! İşte bunlardan birine yine Tuna şahitlik etmiştir.
Avrupa’nın ve tüm Balkanların 1683 yılına kadar olan tarihi ile bundan sonraki tarihini keskin katlarla ayıran bir olay, Viyana’da Tuna köprüsü üzerinde yaşandı. Tarih kitaplarının ortak kabulüne göre Viyana’nın fethi –ki % 99 itibariyle işin sonuna gelinmişti- İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı’nın en görkemli fethi olacaktı. Büyük komutan, Vezir-i A’zam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, ortaya koyduğu eşsiz dirayet, askeri strateji hüneri ve kahramanlıkla Osmanlı Devleti’nin adeta Avrupa’da yeniden kurulmasıyla sonuçlanacağı muhakkak görünen Viyana fethine doğru adım adım yürümekteydi.
Tam bu esnada kader, Viyana önündeki Tuna köprüsünde ayrı bir hikâye yazmakla meşguldü; dost düşman hiç kimsenin bilmediği, ummadığı, beklemediği yeni bir hikâye. “Ağacın kurdu kendinden olur” demişler, ya da “ağaç hiçbir şeye üzülmezmiş de Balta’nın sapının kendinden olduğuna yanarmış.” Maalesef Kırım Hânı Murat Giray, Avrupa, Rusya ve Osmanlı tarihlerinin yepyeni bir aşamaya doğru evirileceği bir anda düşman baltasına sap olmuştu. Murat Giray’ın, bir kaç kısa anın içine sığdırılabilmiş ihaneti, Viyana’nın fethini önlemişti.
Tuna Nehri, bu andan itibaren Avrupa’nın, Osmanlı Devleti, Rusya ve Balkanların tarihi için yep yeni bir sayfa hazırlayacaktı. Bu yenilgi, Rusya’nın önünü, ufkunu açacak, Avusturya-Almanya üzerindeki Osmanlı baskısını alt edilebilir bir düzeye indirecekti. Tarihçilerin, Tuna köprüsü üzerinde gerçekleşen 1683 Viyana yenilgisini Osmanlı Devleti’nin çöküşüne milat yapmaları sebepsiz değildir.
Her ihanet, er ya da geç karşılığını bulur: Murat Giray’ın mahiyeti ve maliyetini asla hesap etmediği anlaşılan ihaneti, en ağır bedeli Kırım tatarlarına ödetecektir. 1683, aynı zamanda İslâm-Türk diyarı Kırım’ın da yok oluş sürecinin başlangıç tarihiydi; o gün bugündür Kırımlıların başlarına gelmedik afet kalmamıştır.
1877 Osmanlı-Rus (93 Harbi) savaşından geriye bakıldığında 1683’ün nasıl bir başlangıç olduğu daha da iyi görülecektir.  Bu savaş, Osmanlı Devleti’nin fiili olarak ortadan kaldırıldığı üç aşamalı bir trajedinin ilk perdesidir: Ruslar, İstanbul’un dibine Ayastefanos (Yeşilköy) a kadar gelmişlerdir. 93 Harbinde artık bağımsız devletler ola Yunanistan, Sırbistan, Karadağ ve Romanya, eski hamileri, varlık nedenleri ve yöneticilerinin karşısında Rusların yanında yer almışlardır. Bu eski Osmanlıların kendi devletlerine, komşuları olmuş ahaliye zulüm ve işkenceleri, Rusların yaptıklarına rahmet okutmuştur. Trajedinin ikinci perdesi 1912-13 Balkan harbidir. Bu ilk iki perdede yaşanan olaylar esnasında Balkan-Kafkas Müslümanlığı ve Türklüğü’nün yaşadığı acıları anlatmaya güç yetmez. Trajedinin üçüncü ve son perdesi ise 1914-18 Birinci Cihan Harbidir.
“Tuna nehri akmam diyor / Etrafımı yıkmam diyor / Şânı büyük Osman Paşa / Plevne’den çıkmam diyor”
93 Harbi, Osmanlı ve dünya tarihine 19. asrın bir askeri dehasını Gazi Osman Paşa’yı hediye etmiştir. Plevne Savunması, dünya askerlik tarihinde ders olarak okutulacak pek çok askeri taktik ve stratejiler bırakmıştır. Gazi Osman Paşa, ömrünün son anına kadar Büyük Sultan Abdülhamid Han’ın en yakın kurmayı olarak milletine ve devletine hizmete devam edecektir.
Tuna’dan söz açınca Tuna Vilayeti ıslahatından da söz etmek gerekir. 1864 tarihli Tuna Vilayeti Nizamnâmesi, Osmanlı İdari sistemini Avrupai usullere göre ıslah etmek maksadıyla atılmış en büyük adım olmuştu. Burada edinilen tecrübe ile bütün Osmanlı memaliki İdari Islahata tabi tutulacaktı. Tuna Vilayeti, Silistre, Niş ve Vidin’i birleştiren yeni bir vilayet modeli idi. Bu modelde yerel yönetimlerde, bölgede yaşayan unsurlara temsil hakkı ve bir tür özerklik veriliyordu. Modelin ilk ve son valisi Midhat Paşa’nın Tuna vilayeti örneğinde hayli başarılı olduğu söylenmiştir. Pek çok idari yenilik yanında Midhat Paşa, burada “Tuna” adıyla bir vilayet gazetesi çıkardı. “Midhat” adını hamisi Midhat Paşa’dan alan Hace-i Evvel Ahmet Midhat Efendi, daha toy bir delikanlı iken Efendisinin işaretiyle Tuna gazetesinde çalışmış, ilk yazılarını burada yayınlamıştır.
Hulasa edecek olursak, Tuna Nehri, Osmanlı’ya Balkanları ve Doğu Avrupa hâkimiyetini verdiği gibi 500 sene kadar sonra bunların tümünü çok ağır bedellerle Ondan geri alan nehrin adıdır.  

(Mostar, 2008)

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa