CAMDAN DUVARLAR
Hikâye
Emrah, bir ok gibi beklediği yerden fırladı ve durağa gelen Belediye otobüsünün kapısına dikildi. Ardından diğer bekleyenler hücum etti kapıya. Herkes bir an önce kendini otobüse atmak istiyordu. Otobüs şoförü ise dışarıdakilerin bağrışmalarına aldırmadan öyle bekliyor, kapıyı bir türlü açmıyordu; adam, can sıkacak derecede bezgin, vurdumduymaz, pişkin ve rahattı.
“Oh
be!” dedi Emrah, “ilk sırayı kaptım, bir de kapıyı açsa şu adam.”
Bu
sırada durağa bir başka otobüs yanaştı. Beklemekte olan kalabalığın bir bölümü
de ona doğru hücuma kalktı. Bu otobüsün şoförü, öncekinin aksine hiç gecikmeden
kapıyı açtı ve insanlar, kadınlı-erkekli, bir yağmaya, bir bedava erzak
dağıtımına saldırır gibi itiş-kalkış otobüse daldılar.
Sitâre,
bekleyen yolcunun tümünün otobüse binmesini, bir diğer bekleyenden önce binmeyi
başarıp hırsını ve hevesini almasını, zafer kazanmanın tadına varmasını
bekledi ve her zamanki gibi en son yolcu olarak sakince otobüsün kapısına
yöneldi.
Şoför,
“Haydi abla! Haydi abla! Biraz kıpırdan!” diye bağırıyordu Sitâre’ye. Bu adam
neden böylesine can sıkacak derecede asabi, telaşlı, taciz sayılacak kadar
yakın ve hatta yapışkan ve ilgiliydi. Sitâre, şoförün Ona hitap eden sözlerini hiç
duymamış gibi göründü; Şoförün telaşına inat koridorda ağır adımlarla ilerledi
ve otobüsün ortalarında bir yerde durdu.
Sitâre,
otobüs yolculuklarında çoğunlukla ayakta kalırdı. Bütün ayaktakilerin
oturmasını bekler, bir boş yer kalırsa eğer ondan sonra gider otururdu. Kendi
enayiliği yüzünden bu her ayakta kalışında kafasında kurduğu mizanda şu tartışma
geçerdi; bir taraftan kendini herkesin budalası olmakla ve ahmaklıkla suçlardı
sürekli ayakta yolculuk ettiği için; ama diğer taraftan da bu enayiliğinden
ötürü gururlanır, kendini sever; belediye otobüsünde bir koltuk kapmayı günün
kazancı sayan zavallılara ise hayıflanır, acırdı. Bu özelliği merhum babası
Hasip Efendi’den mirastı. Girmek zorunda kaldığı kuyrukların son adamı, dâima O
olurdu.
Otobüs,
en son “abla”yı da aldıktan sonra sert bir kalkışla yerinden fırladı; kapı,
otobüsün hareketinden nice zaman sonra örtülebildi; ayaktakiler, otobüsün bu şahlanışı
ile birlikte ansızın kopan fırtına önündeki kavak ağaçları gibi sallandılar;
oturanlarsa bir ekin tarlasının başakları gibi öne ve arkaya doğru gittiler ve
geldiler. Yolcuların bu toplu hareketleri, şoförün otobüse bu durakta binenlere
verdiği ilk “hoş geldin” dersinin oluşturduğu manzaraydı. Yolcuları daha ne
gibi izzet ikramlar bekliyordu, şimdiden tahmini göçtü. Sırıtkan suratında, çok
sayıda ve her sınıftan insana hükmediyor, onları sağa sola savuruyor olmanın
derin hazzını yaşadığı belli oluyordu. Şoförün bu çalkantılı dersinin sonunda
yolcular, Onun mutlak yönetimi altındaki otobüsün içinde birer nesne
olduklarını hissettiler.
Önceki
otobüsün şoförü, yolcuların homurtularına aldırmadan kendince uygun an
geldiğine kanaat getirdikten sonra nihayet kapıyı açmıştı. Emrah, heyecan ve
telaş içinde iri adımlarla koridorda ilerledi; etrafına bakındı, oturacak bir
yer yoktu. Koltuklar, önceki duraklarda çoktan doldurulmuştu. Demek ki “ilk
sırayı kapmak” için boşuna çırpınmış, otobüse en son binen kişi ile birlikte
ayakta durmağa mahkûm kalmıştı. Sonunda otobüs, yükünü tümüyle yüklendi ve
duraktan ağır ağır kalktı. Diğerleri gibi bu otobüs de içinde her biri kendi
ekseninde dönüp duran onlarca yalnız yıldızdan meydana gelen bir galaksi gibi
yolcularca bilindiği sanılan oysa meçhul bir istikamete doğru yol almağa
başladı.
“İt
gibi yoruldum bütün gün koşuşturmaktan; evden fakülteye bir buçuk saat ayakta
yolculuk; amfide beş saat boyunca can sıkıcı ders-işkence seansları, işinden
usanmış, ezberlediği söz ve tavırları tekrarlayıp duran hocalar... Kimi ise komiklikler
yaparak hayattan yırtmanın yolunu bulmuş, dersi özellikle kızlar önünde
gösteriye dönüştüren hocalar... Ve kocaman fakültede zamanın dışında kalmış
bir-iki ciddi adam, uzak, çok uzak, sesleri derin kuyulardan mırıltı hallinde
duyulan uzak adamlar. Öğrencilerden, niye öğreniyorum, hocalardan, neden
öğretiyorum soruları; sorular, sorgular... Fakülteden çıkış ve sonra babamın
bitmeyen siparişlerini almak için ucuz satan alışveriş çarşılarında dolaşma ve
işte sonunda bir buçuk saat sürecek eve dönüş yolculuğu...”
Emrah,
omuzuna asılı çantayı, ayaklarının arasına indirdi, bir eliyle tavandaki askıya
yapıştı, ötekiyle önündeki koltuğa tutundu ve ağırlığının bir kısmını kollarına
vererek kendini hafifçe bıraktı; kaderine, otobüse ve otobüsün şoförüne teslim
oldu; gözlerini de yumarak bu teslimiyete son imzayı attı. Otobüs, hınca hınç
trafikte dura kalka, sallana sallana ve içindekileri silkeleye silkeleye Boğaz
Köprüsüne doğru ilerlemeğe başlamıştı.
Otobüsün
içi, dışı, bütün araçlar ve neredeyse etraftaki tüm insanlar gürültü
çıkarıyordu; sesler, motor gürültüleri, kornalar, cep telefonu zilleri, bağıra
çağıra yapılan telefon konuşmaları; bütün bir şehir uğulduyor ve uluyordu.
Herkes bir diğerinin önüne geçmek, üstüne çıkmak, başka sesleri bastırmak için
olanca gücünü harcıyor ve kulakları sağırlaştıran cehennemî koro, şehrin
kendine mahsus sesi işte böylece oluşuyordu. Gün boyu bütün enerjisini bu
uluyan canavarın dişlerinin arasından kurtulup, yaşadığını, ayrı bir varlık
olarak var olduğunu kanıtlamaya çalışan şehir insanı, bu yolda hemen hemen hiç
ilerlememiş olarak her akşam bir et yığını halinde evine düşüyordu; kanı
emilmiş, beyni ve ruhu boşaltılmış bir et ve kemik yığını...
Boğaz
Köprüsü trafiği belli bellisiz akıyordu. Yolun bir şeridinde asabi şoförün
otobüsü, diğerindeyse vurdumduymaz şoförünki ilerliyordu. Biri Sitâre’yi, öteki
ise Emrah’ı taşıyan... Bazen biri öne geçiyordu, sonra öteki; kimi zaman da
iki otobüs yan yana gelip duruyorlardı.
Asabi
Şoför, sürati kaplumbağa hızına düşmüş otobüsünün koltuğunda işkenceler içinde
kıvranıyor, ama bir santim olsun otobüsünü diğer araçlardan daha fazla bir
hızla ileri süremiyordu; bu halde iken bile kendini bir uçak kaptanı olarak
hayal etmekten de geri durmuyordu. Her hal ü kârda o çalımlı tavrını üzerinden
atmıyordu. Ne ki çaresizdi ve bu haliyle kafese tıkılmış bir yabaniden farkı
yoktu.
Vurdumduymaz
şoför ise, yarı-baygın şekilde koltuğuna yaslanmıştı; otobüsü yöneten, süren O
değildi de, her nasılsa kendiliğinden yürüyen bu vasıtanın parçalarından biriymiş
gibi duruyordu. Nihayetinde her iki otobüs de aynı yönde, aynı hızla
ilerliyordu işte; yapabilecekleri hiçbir şey yoktu; akan suyun üstünde
sürüklenen birer saman çöpünden farksızdılar.
Akşam
yaklaşıyordu. Bu dakikalarda artık irice bir tepsiye benzeyen güneşin ufka
gömülmesi, çıplak gözle bile görülebiliyordu. Günün ak aydınlığı perde perde
griye ve kızıla dönerken, köprü yolunda ilerlemekte olan iki otobüs de sık sık
aynı hizaya gelip gelip duruyordu. Aralarında bir yol arkadaşlığı doğmuştu
ikisinin de, kol kola vermiş öylece yürüyorlardı. Bir an oldu, yan yana gelip
epeyce zaman durdular. İleride trafiği sıkıştıran bir kaza mı olmuştu acaba?
İki otobüs ve içindekiler, bu uzunca zaman aralığında bir birlerini fark etmeye
başladılar.
Emrah,
hanidir yumduğu gözlerini açtı. Aslında açılmış olan, yalnızca gözünün ilk
perdesiydi; insan bu kadarıyla ancak kendi bedenini ve eşyalarını
görebilirdi. Emrah, ayaklarının arasına sıkıştırdığı çantasını arandı önce, çanta
yerli yerinde duruyordu. Gözlerinin, açılan ikinci perdesinin ardından Emrah,
otobüs ahalisini seyretti; burada değişen pek bir şey yoktu, yer bulup oturan
şanslıların çoğu uyukluyordu, oturamayanlarsa yorgunluk ve bezginlikten zar zor
ayakta durabiliyorlardı.
Emrah,
yan tarafta durmuş olan diğer otobüse doğru baktı, yolcuların üzerinde
dolaştırdı gözlerini; gezinen bakışları bir yere geldi ve takılıp kaldı; aynı
anda her yeri karanlığa boğan bir ışık patlaması oldu; gözü öylesine kamaşmıştı
ki, şiddetli ışık koyu bir karanlık hâsıl etmişti. Emrah, bu patlamanın etkisiyle vücudunun, tüm
zerrelerine varana kadar sarsıldığını hissetti. Ne olup bittiği hakkında hiç
bir fikri yoktu; karanlıklar içindeydi. Az sonra etraf yeniden ışımaya
başladığında Emrah, her yeri karanlık hissetmesine yol açan körleşmenin bir göz
kamaşması olduğunu anladı. Gözlerindeki kamaşma tam geçmişti ki bakışları karşı
otobüste kendine doğru bakan bir çift göze saplandı ve aynı anda bütün vücudu
titredi; hafifçe bir ter boşandı her yerinden. İki insanın bir birine
kilitlenmiş gözleri arasında ışık şuaları gidip geliyor, şimşekler çakıyordu.
Bir
peri suret, bir ceylan
Yandaki
otobüste ve tam karşısında ayakta durmakta olan bir kız ve onun ateş saçan
gözleri. Emrah’i körleştiren ışık, işte bu gözlerden fışkırmıştı; anlaşıldı. Ve
ışık, ısrarla ona doğru akmaya devam ediyordu; yalap yalap aydınlatarak ve
ısıtarak.
Göğsü,
atılan bir okla delinmiş gibi sızladı. Ok, Emrah’ın sol göğsüne, tam kalbinin
olduğu yere saplanmıştı. Okun darbesiyle tepeden tırnağa sarsıldı, dizlerinin
bağının çözüldü; uzuvlarının dağılıp gittiğini sandı.
Bu
güne kadar hiç yaşamadığı bir haldi bu. Ayakları elden gitmiş, bedenini
taşıyamaz olmuştu, düşmemek için önündeki koltuğun demirine sıkıca tutundu. Başı
yana düştü. Göğsündeki ok saplanmış yerden aşağı doğru bir ılık sıvı
sızmaktaydı, anladı ki kanı sel sebil olmuş kalp çeşmesinden akıp gitmekteydi.
Dizlerindeki titreme bütün vücuduna yayılıyor, Onu üşütüyor, ürpertiyordu.
Bayılıp düşmemek için çareyi gözlerini yummakta, kendine doğru akıp gelen ışık
seline bakmamakta buldu. Fakat gözlerini yummuş da olsa şimşek sağanağı
sürüyor, art arda fışkıran huzmeler, beynine doğru hücum ediyordu. Ne zamanın
farkındaydı Emrah, ne de mekânın. Bu halinin kaç vakit sürdüğünü bilmedi. Nice
sonra kendinde azıcık derman bulunca gözlerini açtı ve yeniden karşı tarafa
baktı, perişan bakışlarını bir kez daha helak edici ışığın kaynağına çevirmeyi denedi.
Kız
oradaydı ve hâlâ O’nu süzüyordu acımaksızın, nasıl bir katliama yol açtığını belki
de hiç bilmeksizin. Kız oradaydı. Yüzü ki dolunaydı, iki kaşı ki birer yaydı ve
kirpikleri ki delip geçmeye, öldürmeye hazır katil oklardı. Yay orada, ok
orada, avcı oradaydı.
Lakin
avcı, avını yere serdikten sonra azıcık rahme gelmiş olmalı ki artık ok
fırlatmıyor, avını tatlı tatlı süzüyordu, ihtimal ki avında hal, mecal, takat,
kan ve can kalmadığını görmüş ve ona acımağa başlamıştı. Yaralı av, son bir
teşebbüsle bir iki saniyeliğine bu gözlere yeniden bakma cesaretini gösterdi.
Aynı saniyelerde öyle bir şey yaşandı ki, ba’s ü ba’del mevt denen şey bu
olmalıydı. Vücudundaki üşüme ve titreme birden bire kayboldu. Emrah, şimdi de
ateşler içinde yanıp tutuşmaya başladı, alevleri çıldırmış bir yangının tam
ortasında kalmış gibiydi. Vücudu bir-iki dakikaya varmadan terden sırılsıklam
oldu. Sadece terlemiyor, âdeta tüm yağları da eriyip akıyordu. O, evet o, ılık
ılık kendisine, sadece kendisine, başka bir yere değil tam da kendisine bakmaya
devam ediyordu! “Allah’ım, ne saadet” dedi; beni önemsiyor demek ki.
Yangının
ortasında kalmış av, şimdi de cehennemî bir hararetin ortasında yanmaktaydı;
ağzı kurumuş, dili ve bütün vücudu şerha şerha çatlamağa yüz tutmuştu, gittikçe
kıp kızıl bir kor parçası haline geliyordu. Ateşin suya çağrısıydı bu. Kudurma
noktasına ulaşmış azgın ateşin suya hasretiydi. Yangınzede, bir saniye bile beklemeden kendini fırlatıp
atacağı serin bir su aradı. Ve o suyu çok geçmeden buldu: Avcının ışık
saçmakta olan gözleri, ansızın ucu bucağı görünmez sükûnetli bir denize dönüşmüştü. Bu ne hünerdir; hem yakıyor, hem söndürüyor,
serinlik üflüyordu.
Emrah,
hiç tereddüt etmeden ufku seçilmeyen, dibi görünmeyen bu denize atladı ve onun
karanlıkları kat kat çoğalan derinliklerinde KAYBOLDU.
Lebalep dolu öteki belediye otobüsünde salkım
söğüt endamlı bir kız vardı; Sitâre… Turşu kavanozuna dönmüş otobüsteki insan
istifinin tam ortasında ayakta duruyordu. Salkım Söğüt gibi, o da kaderine razılığını
göstermek istercesine saçlarını salkım salkım aşağılara doğru hüzünle salmıştı.
Geniş ve açık alnına, yüzündeki ezelden damgalı hüznüne ve rızasına eşlik eden
muhteşem bir meydan okuyuş yerleşip kalmıştı. Beyaz, teniz, geniş, iddiaları
olan bir alındı bu. Başını hafifçe öne eğmesiyle birlikte yüzüne dökülen zülüf
ve perçemini geriye atmak için yaptığı yumuşacık baş hareketi, aheste esen
sabah rüzgârını karşılayan yaban sümbülünün sallanışı gibiydi. Bu salınış,
aynı zamanda hüznün ve rızanın, içinde direnişi, meydan okuyuşu taşıyan inatçı
duruşunun da bir işareti olmaktaydı; destursuz girilebilecek bir gül bahçesi
değildi.
O da, otobüs yolcularının pek çoğu
gibi, günün amansız muharebelerinden yorgun, bezgin, bitkin düşmüş bir savaşçı
gibi eve dönüş yolunda belediye otobüsündeydi.
Sitâre,
çoğu zamanki gibi yine ayaktaydı. İlla da oturacak bir yer bulmak için her şeyi
göze alanlar sınıfına dâhil olmamak isteyince ayakta kalmak Onun kaderi oluyordu.
Ama sıkıntı yalnızca bir-iki saatlik yolu âni frenlerle sallana sallana,
hoplaya zıplaya yüreği ve bazen da midesi ağzına gelerek sonlandırmasından ibaret
değildi. Otobüslerde ayakta yolculuk, bayan yolcular için cendereye alınmışçasına
bedeller ödemek demekti; gönlünü, kalbini, ter temiz hislerini darmadağın eden
sonu gelmez saldırılara boyun eğmek de vardı için içinde. Sitâre, bugün de
otobüste ayaktaydı ve birden çok gözün tarassutu, tasallutu, tacizi altındaydı.
Sitâre, Eczacılık son sınıftaydı. Kadere boyu
eğme ile direnmenin bıçak sırtı terazisinde ayakta durmaya çalışıyordu. Hayat
denen şeyin bir savaş meydanında yerlerde sürünmek olduğunu görüyor, ama O, bu
cenk meydanında savaşmadan, insanlarla boğuşmadan yaşamayı başarmak istiyordu.
Hayatının bütün istasyonlarında, üniversiteye doğru yol alırken, üniversitede
ve sonrasında Onun için kurgulanmış bulunan her şey, döşenen yollar, yol
işaretleri ve karşılaştığı herkes Onu savaşa çağırsa da Sitâre, savaşmadan da
var olunabileceğine inanıyordu. Hiç şüphesiz bir eczacı diplomasına muhtaçtı.
Dul annesi, lisede okuyan erkek kardeşi için de önemliydi bu. Diplomayı almalı,
kimselere muhtaç olmadan yuvalarına ekmek getirmemin yolunu bulmalıydı. Ama
bunu birileriyle boğuşmadan, birilerini alt etmeden, yenmeden yapabilmeliydi.
Ekmek koşusu bir yandan –ki Ona
ayakta kalmayı, dik durmayı sağlayacaktı- öbür yandan boğuşma, didişme ve kavga
meydanları. Ve fazladan erkek tacizleri, şu an olduğu gibi. Kadını fethetmek, mülkiyetine
almak, ele geçirmek, ona hükmetmek, sahip olmak, isteyen erkek hücumları.
Karşı
cinsin, esasında tek bir varlığın, türün diğer parçası olduğunu göremeyen,
isterik, kudurgan ve âmâ erkek bakışlarının nesnesi, muhatabı olmak. Sitâre,
erkeklerin bu çalımlı, mağrur, bir birlerini yenecekleri rakipler, kadınları
ise mal mülk cinsinden bir şey olarak gören hallerinden iğreniyor ve bu yüzden
hep onlardan kaçıyordu. Tanıdığı erkeklerden yalnızca babası bu sınıftan
değildi. Mahallenin Hasip Efendisi, çocukların Hasip Amcası, kimi zaman babası… Ama O yoktu artık; uzaklarda, yukarılarda,
ulaşılamayacak bir yerlerdeydi, Bulunduğu her mekânı güzelleştiren bu sevgi hâlesi
babacan adam yoktu artık. Belki hep biricik kızını gözetliyordu bulunduğu
yerden; ama ne yeniden gelebilirdi, ne
de Ona varılabilirdi.
Hasip Efendi, kızının hayatında bir
şekilde vardı; ama ne yazık ki daha fazla olarak da yoktu. Baba yoksunluğu,
hele de genç kızlar için anlatılamaz bir mahrumiyettir. Sitâre hüzünle gözlerini
yumdu, bir an için etrafının sıkıntılı ablukasından sıyrıldı ve babasıyla
geçirdiği zamanları yaşamağa başladı.
Babasının
aslan yelesini andıran bağrına atıldığı, boynuna sarılıp öylece kaldığı günlere
döndü; bir kız için şu korkularla dolu dünyada en güvenli yerdi burası. Dizine
yatıp uzandığı, güç, kuvvet veren iri eliyle saçlarına dalıp başını okşadığı,
dünyanın en mutlu, güvenli kızı olduğunu hissettiği zamanlara.
Trafik
sakin bir ırmak gibi ağır ilerliyordu. Sitâre, babasının dizine koymuştu başını,
defalarca olduğu gibi orada uykuya dalacaktı ki ani bir sarsıntı ile kendine
geldi. Yine bıçkın şoför, yine acı fren.
Gözlerini açtı, etrafına bakındı.
Bir an gözleri, tam karşıda durmakta olan otobüstekilere takıldı ve orada
kaldı. Bir delikanlının bakışlarıyla buluştu gözleri. Masum, hem çocuksu, hem
adam olmuş izlenimi veren bir yüzü vardı ve Ona bakıyordu aralıksız. Sitâre,
titredi, kızardı ve utançla büzüldü, başını önüne eğdi, yeniden babasını hayal
etti, gelmeyen, gidilemeyen Hasip Efendiyi. İçinde fırtınalar koptu birden,
fırtına hemen hortuma dönüştü ve ne var ne yoksa göklere savurdu. Bu,
kesinlikle farklı bir erkekti. Yeniden hayalindeki babasına döndü, tam
karşısında ise Emrah duruyordu. Zihni, kıyaslar yaparak ikisi arasında gelip
gidiyordu. Artık kendinde değildi, O Emrah’ta, Emrah da hâlâ Ondaydı. Uzuna yakın
boyu, geniş omuzlarıyla her kadına, güven verebilecek bir duruşu vardı. Masum
bir yüz, sahip olmayı değil, sahiplenmeyi, birlikte var olmayı, almayı değil
vermeyi anlatan gözler. Sitâre, bu bakışlara TESLİM OLDU.
Leylî le Mecnun’un, Arzu ile
Kamber’in, Kerem ile Aslı’nın aralarında her ne olup yaşandı ise, Sitâre ile
Emrah arasında da benzer şeyler olmuştu, hem de on-on beş dakika içinde… Çünki
zaman dardı, aralarında camdan duvarlar vardı.
Sitâre ile Emrah, suyun akması, rüzgârın
esmesi, kuşun ötmesi, çiçeğin açması ne ise öylesine bir hal içre,
tabiatlarında tayin edilmiş bir zamanda ama imkânsızlarla çevrili bir mekânda
buluşmuşlardı. Bir birlerine derin mi derin bakmışlar ve akmışlardı,
gözlerinden fışkıran ateş-bâr ışıklar gidip gelmişti. Ne var ki ikisini ayıran
camdan duvarlar vardı, seslerini bir birlerine duyuramıyorlardı. Hislerinin
yüklendiği kelimeleri sadece gözleriyle alıp veriyorlardı.
İki camdan duvar, ele ele
tutuşmalarına, bir birlerini hissetmelerine engeldi. Sitâre, ilk defa bir
erkeğe böylesine yaklaşmak, yakınlaşmak isteği duyuyordu. Hislerinin dizginleri
boşalmış gitmişti, hayal, heyecan, umut küheylanları yelelerini rüzgâra açmış
iniş aşağı başıboş koşuyorlardı. Sitâre, kendine hâkimiyetini kaybetmişti,
kızarması, utanması bundandı belki de. Hayır, bir suç değildi hislerinin
dizginlerini boşaltması, O, bunun bu kadar çabuk ve kolay olmasından dolayı
utanmış, kızarmıştı. Sadece kitaplardan okuduğu ve kendisi için imkânsız
gördüğü şey, böyle bir anda, bir turşu kavanozunda sıkışmış olduğu bir otobüste
mi başına gelecekti? Bir yaz gecesinin derin sessizliğinde, sadece çekirgelerin
bu sessizliği perçinleyen ötüşlerinin duyulduğu, lacivert gökyüzünde mücevher
gibi dizilmiş mehtabın ve yıldızların tanıklığı altında başlamaz mıydı bu
şeyler? Uzaktan uzağa duyulan aşk şarkıları eşlik etmeli değil miydi bu
buluşmaya? Bunların hiç biri yoktu ama O, bambaşka bir âlemde uçacak kadar hafiflemiş,
damarlarından iliklerine kadar tüm hücrelerine ılık bir huzur mayiinin yayıldığını
hissetmekteydi, Mayi kalbine gelip
buharlaşıp bayıltıcı bir rayiha halinde burnuna tütüyordu. Delikanlı Ona
baktıkça bu hisleri artıyor ve bu garip lezzeti tattıkça O da bakışlarını
delikanlıdan ayıramıyordu.
Lakin arada camdan duvarlar vardı.
Sadece bakışıyorlardı, bağırsalar bile bir birlerine seslerini
duyuramayacaklardı. Camdan duvarlar ışığa müsaade ediyor, ama seslere izin
vermiyorlardı. Arada cam duvarlar olmasa, karşı karşıya durma imkânı bulsalar konuşabilecekler
miydi acaba? Yoksa aşkın heyecan dolu fırtınasında ikisi de lâl ü ebkem mi
olacaklardı, arada camdan duvarlar olmadan karşı karşıya geldiklerinde.
Aynı
anda birlikte bir karar verdiler; göz lisanı ile konuşmağa başladılar.
Emrah eydür;
“Bugün ben bir güzel gördüm, bakar
cennet sarayından. Kamaştı gözümün nuru, onun hüsn-i cemalinden.”
Sitâre söyledi;
“Sen kimsin ey yiğit, necisin,
nerelerdensin. Bu ıssız, kimsesiz yerdeki yolumda ne işin var. Beni mi
beklemekteydin yoksa.”
Emrah eydür;
“Bahçenin kapısın açtım, sanırsın
cennet düştüm. Ey huri aradığım yol arkadaşı sen misin yoksa?”
Sitâre söyledi;
“Adın Yusuf mu senin, yurdun Kenan Diyarı
mı, ey erkek güzeli, beni mi aramaktaydın bu çöllerde. Aklım uçtu gitti
başımdan seni görünce, nice zamandır pencereler ardında, bakışlarım ufuklarda
bekleyip durduğum yiğit sen misin yoksa.”
Emrah eyitti;
“Ey dilber, ey narin çiçek, uzatsam alsam
elini elime, tutsam, okşasam sararıp solar sararır mısın.”
Sitâre söyledi;
“Ey yiğit, ey güzellikte Yusuf,
pehlivanlıkta Rüstem olan, al beni yalnızlığımın çöllerinden kurtar, kucakla,
bağrına bas, kudretine râm et, ama bir çiçek tutuyormuş gibi narin ve nazik,
incitmeden, örselemeden… Ve şarkılar söyle, bebeğin ninniye ihtiyacı gibi ben
de Senin ahengine, avazına muhtacım.”
Emrah ile Sitâre, bir birlerini
işitmeden söyleşip durdular. Lisan-ı hal ile anlaşmağa uğraştılar. Her biri diğerinin
söylediklerini dünya kulağıyla da işitmek istedi. Lakin aralarında camdan
duvarlar vardı.
İkisi
de aynı anda camdan duvarlardan kurtulma kararı verdiler. Emrah, bir baş
işaretiyle otobüsün duracağı ilk durakta inmek üzere Sitâre’yi aşağı davet
etti. Bir mahcubiyet, bir kızarma ardından Sitâre da aynı baş işaretiyle
karşılık verdi.
Emrah, hıncahınç dolu bir otobüste
ayakta durduğunu yeniden idrak etti. Otobüsün durma düğmesine bastı. Telaştan,
aceleden çıldırmak üzereydi. Allah’ım, bu otobüs durağa hiç varamayacak mıydı? Önüne
gelen yolcuları ite kalka iniş kapısına doğru yürüdü. Ardından edilen
hakaretlerin hiç birini işitmedi. Otobüs sonunda durağa gelip durdu. Hemen önde
o kızın bulunduğu otobüs de durmuştu. Emrah, indiğinde öndeki otobüs de inen
yolcularını bırakıp hızla duraktan kalkmıştı.
Durakta pek çok yolcu vardı, kadınlı
erkekli. Emrah aralarında o kızı aradı. Hayır, durakta onu arayan, bekleyen
biri yoktu, o kız yoktu. Emrah darmadağın oldu. Duraktan uzaklaşmakta olan
kızlara yetişti birer birer yüzlerine baktı, hiç biri O değildi. Çantasını
koltuğunun altına sıkıca yerleştirip rüzgâr gibi otobüsün gitmekte olduğu
istikamete doğru koşmağa başladı, giden otobüse durağa varmadan yetişmek
istiyordu. Bir sonraki durağa vardığında
otobüs yolcularını bırakmış, harekete geçmişti bile. İnmiş olan yolculara
baktı. O kız burada da yoktu. Yeniden koşmağa başladı. Az sonra yol tamiri
nedeniyle yavaşlamış otobüsü yakaladı. Durağa otobüsle birlikte ulaştı. İnen
yolculara baktı, o kızı aradı, yoktu. Henüz hareket etmemiş otobüse atladı.
Yolculara baktı birer birer. O yoktu, ona benzeyen biri de. Allah’ım, ne olmuştu
Ona. Bu otobüs, onun bulunduğu otobüs değil miydi yoksa. Şüpheler, sorular bir
birini izledi bundan sonra. Otobüs tam
hareket etmek üzereyken Emrah, dışarı fırladı, Bu kez gerisin geri koşmağa
başladı. Akşamın karanlığı geceye dönüyordu. İndiği ilk durağa geldi bir
koşuda.
Durakta
kimsecikler yoktu. Telaşla durağa yakın yerleri aradı. Otobüsün gittiği yolda
yeniden koştu. Hep koştu, nice son duraklarda boş otobüsler gördü, duraklarda
yakaladığı otobüslere bindi, indi. Böylece gece yarısını etti. Artık ne
yollarda bir otobüs vardı, ne de o kız. Kan ter içinde yaya olarak eve döndü.
Peki,
ne olmuştu da Sitâre kaybolmuştu, Sitare’nin otobüsünde neler yaşanmıştı.
Sitâre, Emrah’tan aldığı işaret
üzerine görülmedik bir telaşla otobüsten dışarı atmıştı kendini.
Otobüs
ahalisi şaşırıp kalmıştılar; bu ağır başlı kızın durduk yere birden ortaya
çıkan bu telaş ve heyecanına sebep neydi ki.
Durak kalabalıktı, Sitâre arkadan
gelen otobüsten inenlere baktı, delikanlı aralarından ha çıktı ha çıkacaktı;
yüreği coşkun patlamalar hâlinde atıyordu. Hayır, o genç yoktu, hiçbir
delikanlı o değildi. Bir başka otobüs daha gelip yolcu indirdi. Delikanlıyı
onların arasında aradı nafile. Nereye kaybolmuştu. Sağa baktı yoktu, sola baktı
yoktu. Ne ileride ne gerideydi. Birilerini arıyor gibi dolaşan şu genç O
olamazdı. Acaba bir önceki durakta mı inmişti. Yoksa bütün bunlar bir hayal miydi?
Ya da genç, son anda pişman olmuş, otobüsünden inmeyip yoluna devam mı etmişti.
Onu aramalı mıydı? Aramağa girişse nereden başlamalıydı, ileri mi koşmalıydı
ardından, geriye doğru mu yürümeliydi. Bir karar veremedi, durduğu yere
çakılıp kaldı. Tam bu esnada inceden inceye bir yağmur inmeye başladı şefkatli
damlalarıyla. Saçlarını ıslatan damlalar
yüzüne savrulmuş zülüflerinden gözlerine doğru iniyor, orada tomurcuklanan sitâreleri
de yanına alarak yanaklarına doğru yol alıyor, dudaklarında ve çenesindeki
kıvrımları da dolanıp yere düşüyordu. Hem âsuman ağlıyordu, hem de Sitâre. Akşamın
gittikçe artan karanlığında gökyüzünden damlayan sitâreler, Sitare’nin
gözlerinden akanlarla bir olup toprağı ıslatıyor, Sitâre neden olduğunu
bilmeden sessizce ağlıyordu.
Etiketler: edebiyatta üslup, hikaye, mehmet akif ak, öykü, türk edebiyatı
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa