21 Ağustos 2018 Salı

CAMDAN DUVARLAR

Hikâye

                                                                                                                                                     Mehmet Akif AK

                                                                                                        Emrah, bir ok gibi beklediği yerden fırladı ve durağa gelen Belediye otobüsünün kapı­sına dikildi. Ardından diğer bekleyenler hücum etti kapıya. Herkes bir an önce kendini otobüse atmak istiyordu. Otobüs şoförü ise dışarıdakilerin bağrışmalarına aldırma­dan öyle bekliyor, kapıyı bir türlü açmıyordu; adam, can sıkacak derecede bezgin, vurdumduymaz, pişkin ve rahattı.

“Oh be!” dedi Emrah, “ilk sırayı kaptım, bir de kapıyı açsa şu adam.”

Bu sırada durağa bir başka otobüs yanaştı. Beklemekte olan kalabalığın bir bölümü de ona doğru hücuma kalktı. Bu otobüsün şoförü, öncekinin aksine hiç gecikmeden kapıyı açtı ve insan­lar, kadınlı-erkekli, bir yağmaya, bir bedava erzak dağıtımına saldırır gibi itiş-kalkış otobüse daldılar.

Sitâre, bekleyen yolcunun tümünün otobüse binmesini, bir diğer bekleyenden önce binmeyi başarıp hırsını ve heve­sini almasını, zafer kazanmanın tadına varmasını bekledi ve her za­manki gibi en son yolcu olarak sakince otobüsün kapısına yöneldi.

Şoför, “Haydi abla! Haydi abla! Biraz kıpırdan!” diye bağırıyordu Sitâre’ye. Bu adam neden böylesine can sıkacak derecede asabi, telaşlı, taciz sayılacak kadar yakın ve hatta yapışkan ve ilgiliydi. Sitâre, şoförün Ona hitap eden sözlerini hiç duymamış gibi göründü; Şofö­rün telaşına inat koridorda ağır adımlarla ilerledi ve otobüsün ortala­rında bir yerde durdu.

Sitâre, otobüs yolculuklarında çoğunlukla ayakta kalırdı. Bütün ayaktakilerin oturmasını bekler, bir boş yer kalırsa eğer ondan sonra gider otururdu. Kendi enayiliği yüzünden bu her ayakta kalışında kafasında kurduğu mizanda şu tar­tışma geçerdi; bir ta­raftan kendini herkesin budalası olmakla ve ahmaklıkla suçlardı sürekli ayakta yolculuk ettiği için; ama diğer taraf­tan da bu enayiliğinden ötürü gururlanır, kendini sever; belediye otobüsünde bir koltuk kapmayı günün kazancı sayan zavallılara ise hayıflanır, acırdı. Bu özelliği merhum babası Hasip Efendi’den mirastı. Girmek zorunda kaldığı kuyrukların son adamı, dâima O olurdu.

Otobüs, en son “abla”yı da aldıktan sonra sert bir kalkışla yerinden fırladı; kapı, otobüsün hare­ketinden nice zaman sonra örtülebildi; ayaktakiler, otobüsün bu şahlanışı ile birlikte ansızın kopan fırtına önündeki kavak ağaçları gibi sallandılar; oturanlarsa bir ekin tarlasının başakları gibi öne ve arkaya doğru gittiler ve geldiler. Yolcuların bu toplu hareketleri, şoförün otobüse bu durakta binenlere verdiği ilk “hoş geldin” dersinin oluşturduğu manzaraydı. Yolcuları daha ne gibi izzet ikramlar bekliyordu, şimdiden tahmini göçtü. Sırıtkan suratında, çok sayıda ve her sınıftan insana hükmediyor, onları sağa sola savuruyor olmanın derin hazzını yaşadığı belli oluyordu. Şoförün bu çalkantılı dersinin sonunda yolcular, Onun mutlak yönetimi altındaki otobüsün içinde birer nesne olduklarını hissettiler.

Önceki otobüsün şoförü, yolcuların homurtularına aldırmadan kendince uygun an geldiğine kanaat getirdikten sonra nihayet kapıyı açmıştı. Emrah, heyecan ve telaş içinde iri adımlarla koridorda ilerledi; etrafına ba­kındı, oturacak bir yer yoktu. Koltuklar, önceki duraklarda çoktan doldurulmuştu. Demek ki “ilk sırayı kapmak” için boşuna çırpınmış, otobüse en son binen kişi ile birlikte ayakta dur­mağa mahkûm kal­mıştı. Sonunda otobüs, yükünü tümüyle yüklendi ve duraktan ağır ağır kalktı. Di­ğerleri gibi bu otobüs de içinde her biri kendi ekseninde dönüp duran onlarca yalnız yıldızdan meydana gelen bir galaksi gibi yolcularca bilindiği sanılan oysa meçhul bir istikamete doğru yol almağa başladı.

“İt gibi yoruldum bütün gün koşuşturmaktan; evden fakülteye bir buçuk saat ayakta yolculuk; amfide beş saat boyunca can sıkıcı ders-işkence seansları, işinden usanmış, ezberlediği söz ve tavırları tekrarlayıp duran hocalar... Kimi ise komiklikler yaparak hayattan yırtmanın yolunu bulmuş, dersi özellikle kız­lar önünde gösteriye dönüştüren hocalar... Ve kocaman fakültede zamanın dışında kalmış bir-iki ciddi adam, uzak, çok uzak, sesleri derin kuyulardan mırıltı hallinde duyulan uzak adamlar. Öğrencilerden, niye öğreniyo­rum, hocalardan, neden öğretiyorum soruları; sorular, sorgular... Fakülte­den çıkış ve sonra babamın bitmeyen siparişlerini almak için ucuz satan alışveriş çarşılarında dolaşma ve işte sonunda bir buçuk saat sürecek eve dönüş yolculuğu...”

Emrah, omuzuna asılı çantayı, ayaklarının arasına indirdi, bir eliyle tavandaki askıya yapıştı, ötekiyle önündeki koltuğa tutundu ve ağırlığının bir kısmını kollarına vererek kendini hafifçe bıraktı; kaderine, otobüse ve otobüsün şoförüne teslim oldu; gözlerini de yumarak bu teslimiyete son imzayı attı. Otobüs, hınca hınç trafikte dura kalka, sallana sallana ve içindekileri silkeleye silkeleye Boğaz Köprüsüne doğru ilerlemeğe başlamıştı.

Otobüsün içi, dışı, bütün araçlar ve neredeyse etraftaki tüm insanlar gürültü çıkarıyordu; sesler, motor gürültüleri, kornalar, cep telefonu zilleri, bağıra çağıra yapılan telefon konuşmaları; bütün bir şehir uğulduyor ve uluyordu. Herkes bir diğerinin önüne geçmek, üstüne çıkmak, başka sesleri bastır­mak için olanca gü­cünü harcıyor ve kulakları sağırlaştıran cehennemî koro, şehrin kendine mahsus sesi işte böylece oluşuyordu. Gün boyu bütün enerji­sini bu uluyan canavarın dişlerinin arasından kurtulup, yaşadığını, ayrı bir varlık olarak var olduğunu kanıtlamaya çalışan şehir insanı, bu yolda hemen hemen hiç ilerlememiş olarak her akşam bir et yığını halinde evine düşüyordu; kanı emilmiş, beyni ve ruhu boşaltılmış bir et ve ke­mik yığını...

Boğaz Köprüsü trafiği belli bellisiz akıyordu. Yolun bir şeridinde asabi şoförün otobüsü, diğerindeyse vurdumduymaz şoförünki ilerliyordu. Biri Sitâre’yi, öteki ise Emrah’ı taşıyan... Bazen biri öne geçiyordu, sonra öteki; kimi za­man da iki otobüs yan yana gelip duruyorlardı.

Asabi Şoför, sürati kaplumbağa hızına düşmüş otobüsünün koltuğunda iş­kenceler içinde kıvranıyor, ama bir santim olsun otobüsünü diğer araçlardan daha fazla bir hızla ileri süremiyordu; bu halde iken bile kendini bir uçak kaptanı ola­rak hayal etmekten de geri durmuyordu. Her hal ü kârda o çalımlı tavrını üzerinden atmıyordu. Ne ki çaresizdi ve bu haliyle kafese tıkılmış bir yabaniden farkı yoktu.

Vurdumduymaz şoför ise, yarı-baygın şekilde koltuğuna yaslanmıştı; otobüsü yöneten, süren O değildi de, her nasılsa kendiliğinden yürüyen bu vasıtanın parçalarından biriymiş gibi duruyordu. Nihayetinde her iki otobüs de aynı yönde, aynı hızla ilerliyordu işte; yapabilecekleri hiçbir şey yoktu; akan suyun üstünde sürüklenen birer saman çöpünden farksızdılar.

Akşam yaklaşıyordu. Bu dakikalarda artık irice bir tepsiye benzeyen güneşin ufka gömülmesi, çıplak gözle bile görülebiliyordu. Günün ak aydınlığı perde perde griye ve kızıla dönerken, köprü yolunda iler­lemekte olan iki otobüs de sık sık aynı hizaya gelip gelip duru­yordu. Aralarında bir yol arkadaşlığı doğ­muştu ikisinin de, kol kola vermiş öylece yürüyorlardı. Bir an oldu, yan yana gelip epeyce zaman dur­dular. İleride trafiği sıkıştıran bir kaza mı olmuştu acaba? İki otobüs ve içindekiler, bu uzunca zaman aralığında bir birlerini fark etmeye başladılar. 

Emrah, hanidir yumduğu gözlerini açtı. Aslında açılmış olan, yalnızca gözünün ilk perdesiydi; insan bu kada­rıyla ancak kendi bedenini ve eş­yalarını görebilirdi. Emrah, ayaklarının arasına sıkıştırdığı çantasını arandı önce, çanta yerli yerinde duruyordu. Gözlerinin, açılan ikinci perdesinin ardından Emrah, oto­büs ahalisini seyretti; burada değişen pek bir şey yoktu, yer bulup oturan şanslıların çoğu uyukluyordu, oturamayanlarsa yorgunluk ve bezginlikten zar zor ayakta durabiliyorlardı.

Emrah, yan tarafta durmuş olan diğer otobüse doğru baktı, yolcuların üzerinde dolaştırdı göz­lerini; gezinen bakışları bir yere geldi ve takılıp kaldı; aynı anda her yeri karanlığa boğan bir ışık patlaması oldu; gözü öylesine kamaşmıştı ki, şiddetli ışık koyu bir karanlık hâsıl etmişti.  Emrah, bu patlamanın etkisiyle vücudunun, tüm zerrelerine varana kadar sarsıldığını hissetti. Ne olup bittiği hakkında hiç bir fikri yoktu; karanlıklar içindeydi. Az sonra etraf yeniden ışımaya başladığında Emrah, her yeri karanlık hissetmesine yol açan körleşmenin bir göz kamaşması olduğunu anladı. Gözlerindeki kamaşma tam geçmişti ki bakışları karşı otobüste kendine doğru bakan bir çift göze saplandı ve aynı anda bütün vücudu titredi; hafifçe bir ter boşandı her yerinden. İki insanın bir birine kilitlenmiş gözleri arasında ışık şuaları gidip geliyor, şimşekler çakıyordu.

Bir peri suret, bir ceylan

Yandaki otobüste ve tam karşısında ayakta durmakta olan bir kız ve onun ateş saçan gözleri. Emrah’i körleştiren ışık, işte bu gözlerden fışkırmıştı; anlaşıldı. Ve ışık, ısrarla ona doğru akmaya de­vam ediyordu; yalap yalap aydınlatarak ve ısıtarak.

Göğsü, atılan bir okla delinmiş gibi sızladı. Ok, Emrah’ın sol göğsüne, tam kalbinin olduğu yere sap­lanmıştı. Okun darbesiyle tepeden tırnağa sarsıldı, dizlerinin bağının çözüldü; uzuvlarının dağılıp gittiğini sandı.

Bu güne kadar hiç yaşamadığı bir haldi bu. Ayakları elden gitmiş, bedenini taşıyamaz olmuştu, düşmemek için önün­deki koltuğun demirine sıkıca tutundu. Başı yana düştü. Göğsündeki ok saplanmış yerden aşağı doğru bir ılık sıvı sızmaktaydı, anladı ki kanı sel sebil olmuş kalp çeşmesinden akıp gitmekteydi. Dizlerin­deki titreme bütün vücuduna yayılıyor, Onu üşütüyor, ürpertiyordu. Bayılıp düşmemek için çareyi gözlerini yummakta, kendine doğru akıp gelen ışık seline bakmamakta buldu. Fakat gözlerini yummuş da olsa şimşek sağanağı sürüyor, art arda fışkıran huzmeler, beynine doğru hücum ediyordu. Ne zamanın farkın­daydı Emrah, ne de mekânın. Bu halinin kaç vakit sürdüğünü bilmedi. Nice sonra kendinde azıcık derman bulunca gözlerini açtı ve yeniden karşı tarafa baktı, perişan bakışlarını bir kez daha helak edici ışığın kaynağına çevirmeyi denedi.

Kız oradaydı ve hâlâ O’nu süzüyordu acımaksızın, nasıl bir katliama yol açtığını belki de hiç bilmeksizin. Kız oradaydı. Yüzü ki dolunaydı, iki kaşı ki birer yaydı ve kirpikleri ki delip geçmeye, öldürmeye hazır katil oklardı. Yay orada, ok orada, avcı oradaydı.

Lakin avcı, avını yere serdikten sonra azıcık rahme gelmiş olmalı ki artık ok fırlatmıyor, avını tatlı tatlı süzüyordu, ihtimal ki avında hal, mecal, takat, kan ve can kalmadığını görmüş ve ona acımağa başlamıştı. Yaralı av, son bir teşebbüsle bir iki saniyeliğine bu gözlere yeniden bakma cesaretini gös­terdi. Aynı saniyelerde öyle bir şey yaşandı ki, ba’s ü ba’del mevt denen şey bu olmalıydı. Vücudun­daki üşüme ve titreme birden bire kay­boldu. Emrah, şimdi de ateşler içinde yanıp tutuşmaya başladı, alevleri çıldırmış bir yangının tam ortasında kalmış gibiydi. Vücudu bir-iki dakikaya varmadan terden sırıl­sıklam oldu. Sadece terlemiyor, âdeta tüm yağları da eriyip akıyordu. O, evet o, ılık ılık kendisine, sadece kendisine, başka bir yere değil tam da kendisine bakmaya devam ediyordu! “Allah’ım, ne saadet” dedi; beni önemsiyor demek ki. 

Yangının ortasında kalmış av, şimdi de cehennemî bir hararetin ortasında yanmaktaydı; ağzı kurumuş, dili ve bütün vücudu şerha şerha çatlamağa yüz tutmuştu, gittikçe kıp kızıl bir kor parçası haline geli­yordu. Ateşin suya çağrısıydı bu. Kudurma noktasına ulaşmış azgın ateşin suya hasretiydi. Yangınzede,  bir saniye bile beklemeden kendini fırlatıp atacağı serin bir su aradı. Ve o suyu çok geç­meden buldu: Avcının ışık saçmakta olan gözleri, ansızın ucu bucağı görünmez sükûnetli bir denize dön­üşmüştü.  Bu ne hünerdir; hem yakıyor, hem söndürüyor, serinlik üflüyordu.

Emrah, hiç tereddüt etmeden ufku seçilmeyen, dibi görünmeyen bu denize atladı ve onun ka­ranlıkları kat kat çoğalan derinliklerinde KAYBOLDU.

         Lebalep dolu öteki belediye otobüsünde salkım söğüt endamlı bir kız vardı; Sitâre… Turşu kavanozuna dönmüş otobüsteki insan istifinin tam orta­sında ayakta duruyordu. Salkım Söğüt gibi, o da kaderine razılığını göstermek istercesine saçlarını salkım salkım aşağılara doğru hüzünle salmıştı. Geniş ve açık alnına, yüzündeki ezelden damgalı hüznüne ve rızasına eşlik eden muhteşem bir meydan okuyuş yerleşip kalmıştı. Beyaz, teniz, geniş, iddiaları olan bir alındı bu. Başını hafifçe öne eğmesiyle birlikte yüzüne dökülen zülüf ve perçemini geriye atmak için yaptığı yumuşacık baş hareketi, aheste esen sabah rüzgârını karşılayan yaban sümbülü­nün sallanışı gibiydi. Bu salınış, aynı zamanda hüznün ve rızanın, içinde direnişi, meydan okuyuşu taşıyan inatçı duruşunun da bir işareti olmaktaydı; destursuz girilebilecek bir gül bahçesi değildi.

            O da, otobüs yolcularının pek çoğu gibi, günün amansız muharebelerinden yorgun, bezgin, bitkin düşmüş bir savaşçı gibi eve dönüş yolunda belediye otobüsündeydi.

Sitâre, çoğu zamanki gibi yine ayaktaydı. İlla da oturacak bir yer bulmak için her şeyi göze alanlar sınıfına dâhil olmamak iste­yince ayakta kalmak Onun kaderi oluyordu. Ama sıkıntı yalnızca bir-iki saatlik yolu âni frenlerle sal­lana sallana, hoplaya zıplaya yüreği ve bazen da midesi ağzına gelerek sonlandırmasından ibaret değildi. Oto­büslerde ayakta yolculuk, bayan yolcular için cendereye alınmışçasına bedeller ödemek demekti; gönlünü, kalbini, ter temiz hislerini darmadağın eden sonu gelmez saldırılara boyun eğmek de vardı için içinde. Sitâre, bugün de otobüste ayaktaydı ve birden çok gözün tarassutu, tasallutu, tacizi altındaydı.

             Sitâre, Eczacılık son sınıftaydı. Kadere boyu eğme ile direnmenin bıçak sırtı terazisinde ayakta durmaya çalı­şıyordu. Hayat denen şeyin bir savaş meydanında yerlerde sürünmek olduğunu görüyor, ama O, bu cenk meydanında savaşmadan, insanlarla boğuşmadan yaşamayı başarmak istiyordu. Hayatının bütün istasyonlarında, üniversiteye doğru yol alırken, üniversitede ve sonrasında Onun için kurgulanmış bulunan her şey, döşenen yollar, yol işaretleri ve karşılaştığı herkes Onu savaşa çağırsa da Sitâre, savaşmadan da var olunabileceğine inanıyordu. Hiç şüphesiz bir eczacı diplomasına muhtaçtı. Dul annesi, lisede okuyan erkek kardeşi için de önemliydi bu. Diplomayı almalı, kimselere muhtaç olmadan yuvalarına ekmek getirmemin yolunu bulmalıydı. Ama bunu birileriyle boğuşmadan, birilerini alt etmeden, yenmeden yapabilmeliydi.

            Ekmek koşusu bir yandan –ki Ona ayakta kalmayı, dik durmayı sağlayacaktı- öbür yandan boğuşma, didişme ve kavga meydanları. Ve fazladan erkek tacizleri, şu an olduğu gibi. Kadını fethetmek, mülkiyetine almak, ele geçirmek, ona hükmet­mek, sahip olmak, isteyen erkek hücumları.

Karşı cinsin, esasında tek bir varlığın, türün diğer parçası olduğunu göremeyen, isterik, kudurgan ve âmâ erkek bakışlarının nesnesi, muhatabı olmak. Sitâre, erkeklerin bu çalımlı, mağrur, bir birlerini yenecekleri rakipler, kadınları ise mal mülk cinsinden bir şey olarak gören hallerinden iğreniyor ve bu yüzden hep onlardan kaçıyordu. Tanıdığı erkeklerden yalnızca babası bu sınıftan değildi. Mahallenin Hasip Efendisi, çocukların Hasip Amcası, kimi zaman babası…  Ama O yoktu artık; uzaklarda, yukarılarda, ulaşılamayacak bir yerlerdeydi, Bulunduğu her mekânı güzelleştiren bu sevgi hâlesi babacan adam yoktu artık. Belki hep biricik kızını gözetliyordu bulunduğu yerden;  ama ne yeniden gelebilirdi, ne de Ona varılabilirdi.

            Hasip Efendi, kızının hayatında bir şekilde vardı; ama ne yazık ki daha fazla olarak da yoktu. Baba yoksunluğu, hele de genç kızlar için anlatılamaz bir mahrumiyettir. Sitâre hüzünle gözlerini yumdu, bir an için etrafının sıkıntılı ablukasından sıyrıldı ve babasıyla geçirdiği za­manları yaşamağa başladı.

Babasının aslan yelesini andıran bağrına atıldığı, boynuna sarılıp öylece kaldığı günlere döndü; bir kız için şu korkularla dolu dünyada en güvenli yerdi burası. Dizine yatıp uzandığı, güç, kuvvet veren iri eliyle saçlarına dalıp başını okşadığı, dünyanın en mutlu, güvenli kızı olduğunu hissettiği zamanlara.

Trafik sakin bir ırmak gibi ağır ilerliyordu. Sitâre, babasının dizine koymuştu ba­şını, defalarca olduğu gibi orada uykuya dalacaktı ki ani bir sarsıntı ile kendine geldi. Yine bıçkın şoför, yine acı fren.

            Gözlerini açtı, etrafına bakındı. Bir an gözleri, tam karşıda durmakta olan otobüstekilere takıldı ve orada kaldı. Bir delikanlının bakışlarıyla buluştu gözleri. Masum, hem çocuksu, hem adam olmuş izlenimi veren bir yüzü vardı ve Ona bakıyordu aralıksız. Sitâre, titredi, kızardı ve utançla büzüldü, başını önüne eğdi, yeniden babasını hayal etti, gelmeyen, gidilemeyen Hasip Efendiyi. İçinde fırtınalar koptu birden, fırtına hemen hortuma dönüştü ve ne var ne yoksa göklere savurdu. Bu, kesinlikle farklı bir erkekti. Yeniden hayalindeki babasına döndü, tam karşısında ise Emrah duruyordu. Zihni, kıyaslar yaparak ikisi ara­sında gelip gidiyordu. Artık kendinde değildi, O Emrah’ta, Emrah da hâlâ Ondaydı. Uzuna yakın boyu, geniş omuzlarıyla her kadına, güven verebilecek bir duruşu vardı. Masum bir yüz, sahip olmayı değil, sahiplenmeyi, birlikte var olmayı, almayı değil vermeyi anlatan gözler. Sitâre, bu bakışlara TESLİM OLDU.

            Leylî le Mecnun’un, Arzu ile Kamber’in, Kerem ile Aslı’nın aralarında her ne olup yaşandı ise, Sitâre ile Emrah arasında da benzer şeyler olmuştu, hem de on-on beş dakika içinde… Çünki zaman dardı, aralarında camdan duvarlar vardı.                   

            Sitâre ile Emrah, suyun akması, rüzgârın esmesi, kuşun ötmesi, çiçeğin açması ne ise öylesine bir hal içre, tabiatlarında tayin edilmiş bir zamanda ama imkânsızlarla çevrili bir mekânda buluşmuş­lardı. Bir birlerine derin mi derin bakmışlar ve akmışlardı, gözlerinden fışkıran ateş-bâr ışıklar gidip gelmişti. Ne var ki ikisini ayıran camdan duvarlar vardı, seslerini bir birlerine duyuramıyorlardı. Hislerinin yüklendiği kelimeleri sadece gözleriyle alıp veriyorlardı.

            İki camdan duvar, ele ele tutuşmalarına, bir birlerini hissetmelerine engeldi. Sitâre, ilk defa bir erkeğe böylesine yaklaşmak, yakınlaşmak isteği duyuyordu. Hislerinin dizginleri boşalmış gitmişti, hayal, heyecan, umut küheylanları yelelerini rüzgâra açmış iniş aşağı başıboş koşuyorlardı. Sitâre, kendine hâkimiyetini kaybetmişti, kızarması, utanması bundandı belki de. Hayır, bir suç değildi hisleri­nin dizginlerini boşaltması, O, bunun bu kadar çabuk ve kolay olmasından dolayı utanmış, kızarmıştı. Sadece kitaplardan okuduğu ve kendisi için imkânsız gördüğü şey, böyle bir anda, bir turşu kavanozunda sıkışmış olduğu bir otobüste mi başına gelecekti? Bir yaz gecesinin derin sessizliğinde, sadece çekir­gelerin bu sessizliği perçinleyen ötüşlerinin duyulduğu, lacivert gökyüzünde mücevher gibi dizilmiş mehtabın ve yıldızların tanıklığı altında başlamaz mıydı bu şeyler? Uzaktan uzağa duyulan aşk şarkı­ları eşlik etmeli değil miydi bu buluşmaya? Bunların hiç biri yoktu ama O, bambaşka bir âlemde uça­cak kadar hafiflemiş, damarlarından iliklerine kadar tüm hücrelerine ılık bir huzur mayiinin yayıldı­ğını hissetmekteydi,  Mayi kalbine gelip buharlaşıp bayıltıcı bir rayiha halinde burnuna tütüyordu. Deli­kanlı Ona baktıkça bu hisleri artıyor ve bu garip lezzeti tattıkça O da bakışlarını delikanlıdan ayıramıyordu.

            Lakin arada camdan duvarlar vardı. Sadece bakışıyorlardı, bağırsalar bile bir birlerine seslerini duyuramayacaklardı. Camdan duvarlar ışığa müsaade ediyor, ama seslere izin vermiyorlardı. Arada cam duvarlar olmasa, karşı karşıya durma imkânı bulsalar konuşabilecekler miydi acaba? Yoksa aşkın heyecan dolu fırtınasında ikisi de lâl ü ebkem mi olacaklardı, arada cam­dan duvarlar olmadan karşı karşıya geldiklerinde.

Aynı anda birlikte bir karar verdiler; göz lisanı ile konuşmağa başladılar.

            Emrah eydür;

            “Bugün ben bir güzel gördüm, bakar cennet sarayından. Kamaştı gözümün nuru, onun hüsn-i cemalinden.”

            Sitâre söyledi;

            “Sen kimsin ey yiğit, necisin, nerelerdensin. Bu ıssız, kimsesiz yerdeki yolumda ne işin var. Beni mi beklemekteydin yoksa.”

            Emrah eydür;

            “Bahçenin kapısın açtım, sanırsın cennet düştüm. Ey huri aradığım yol arkadaşı sen misin yoksa?”

            Sitâre söyledi;

            “Adın Yusuf mu senin, yurdun Kenan Diyarı mı, ey erkek güzeli, beni mi aramaktaydın bu çöllerde. Aklım uçtu gitti başımdan seni görünce, nice zamandır pencereler ardında, bakışlarım ufuklarda bek­leyip durduğum yiğit sen misin yoksa.”

            Emrah eyitti;

            “Ey dilber, ey narin çiçek, uzatsam alsam elini elime, tutsam, okşasam sararıp solar sararır mısın.”

            Sitâre söyledi;

            “Ey yiğit, ey güzellikte Yusuf, pehlivanlıkta Rüstem olan, al beni yalnızlığımın çöllerinden kurtar, kucakla, bağrına bas, kudretine râm et, ama bir çiçek tutuyormuş gibi narin ve nazik, incitme­den, örselemeden… Ve şarkılar söyle, bebeğin ninniye ihtiyacı gibi ben de Senin ahengine, avazına muhtacım.”

            Emrah ile Sitâre, bir birlerini işitmeden söyleşip durdular. Lisan-ı hal ile anlaşmağa uğraştılar. Her biri diğerinin söylediklerini dünya kulağıyla da işitmek istedi. Lakin aralarında camdan duvarlar vardı.

İkisi de aynı anda camdan duvarlardan kurtulma kararı verdiler. Emrah, bir baş işaretiyle otobüsün duracağı ilk durakta inmek üzere Sitâre’yi aşağı davet etti. Bir mahcubiyet, bir kızarma ardından Sitâre da aynı baş işaretiyle karşılık verdi.

            Emrah, hıncahınç dolu bir otobüste ayakta durduğunu yeniden idrak etti. Otobüsün durma düğmesine bastı. Telaştan, aceleden çıldırmak üzereydi. Allah’ım, bu otobüs durağa hiç varamayacak mıydı? Önüne gelen yolcuları ite kalka iniş kapısına doğru yürüdü. Ardından edilen hakaretlerin hiç birini işitmedi. Otobüs sonunda durağa gelip durdu. Hemen önde o kızın bulunduğu otobüs de durmuştu. Emrah, indiğinde öndeki otobüs de inen yolcularını bırakıp hızla duraktan kalkmıştı.

            Durakta pek çok yolcu vardı, kadınlı erkekli. Emrah aralarında o kızı aradı. Hayır, durakta onu arayan, bekleyen biri yoktu, o kız yoktu. Emrah darmadağın oldu. Duraktan uzaklaşmakta olan kızlara yetişti birer birer yüzlerine baktı, hiç biri O değildi. Çantasını koltuğunun altına sıkıca yerleştirip rüzgâr gibi otobüsün gitmekte olduğu istikamete doğru koşmağa başladı, giden otobüse durağa varmadan yetişmek istiyordu.  Bir sonraki durağa vardığında otobüs yolcularını bırak­mış, harekete geçmişti bile. İnmiş olan yolculara baktı. O kız burada da yoktu. Yeniden koşmağa başladı. Az sonra yol tamiri nedeniyle yavaşlamış otobüsü yakaladı. Durağa otobüsle birlikte ulaştı. İnen yol­culara baktı, o kızı aradı, yoktu. Henüz hareket etmemiş otobüse atladı. Yolculara baktı birer birer. O yoktu, ona benzeyen biri de. Allah’ım, ne olmuştu Ona. Bu otobüs, onun bulunduğu otobüs değil miydi yoksa. Şüpheler, sorular bir birini izledi bundan sonra.  Otobüs tam hareket etmek üzereyken Emrah, dışarı fırladı, Bu kez gerisin geri koşmağa başladı. Akşamın karanlığı geceye dönüyordu. İndiği ilk durağa geldi bir koşuda.

Durakta kimsecikler yoktu. Telaşla durağa yakın yerleri aradı. Otobüsün gittiği yolda yeniden koştu. Hep koştu, nice son duraklarda boş otobüsler gördü, duraklarda yakaladığı otobüslere bindi, indi. Böylece gece yarısını etti. Artık ne yollarda bir otobüs vardı, ne de o kız. Kan ter içinde yaya olarak eve döndü.

Peki, ne olmuştu da Sitâre kaybolmuştu, Sitare’nin otobüsünde neler yaşanmıştı.

            Sitâre, Emrah’tan aldığı işaret üzerine görülmedik bir telaşla otobüsten dışarı atmıştı kendini.

Otobüs ahalisi şaşırıp kalmıştılar; bu ağır başlı kızın durduk yere birden ortaya çıkan bu telaş ve heyecanına sebep neydi ki.

            Durak kalabalıktı, Sitâre arkadan gelen otobüsten inenlere baktı, delikanlı aralarından ha çıktı ha çıkacaktı; yüreği coşkun patlamalar hâlinde atıyordu. Hayır, o genç yoktu, hiçbir delikanlı o değildi. Bir başka otobüs daha gelip yolcu indirdi. Delikanlıyı onların arasında aradı nafile. Nereye kaybolmuştu. Sağa baktı yoktu, sola baktı yoktu. Ne ileride ne gerideydi. Birilerini arıyor gibi dolaşan şu genç O olamazdı. Acaba bir önceki durakta mı inmişti. Yoksa bütün bunlar bir hayal miydi? Ya da genç, son anda pişman olmuş, otobüsünden inmeyip yoluna devam mı etmişti. Onu aramalı mıydı? Aramağa girişse nereden başlamalıydı, ileri mi koşmalıydı ardından, ge­riye doğru mu yürümeliydi. Bir karar veremedi, durduğu yere çakılıp kaldı. Tam bu esnada inceden inceye bir yağmur inmeye başladı şefkatli damlalarıyla.  Saçlarını ıslatan damlalar yüzüne savrulmuş zülüflerinden gözle­rine doğru iniyor, orada tomurcuklanan sitâreleri de yanına alarak yanaklarına doğru yol alıyor, dudaklarında ve çenesindeki kıvrımları da dolanıp yere düşüyordu. Hem âsuman ağlıyordu, hem de Sitâre. Akşamın gittikçe artan karanlığında gökyüzün­den damlayan sitâreler, Sitare’nin gözlerinden akanlarla bir olup toprağı ıslatıyor, Sitâre neden oldu­ğunu bilmeden sessizce ağlıyordu.   

Etiketler: , , , ,

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa