21 Ağustos 2018 Salı

STATÜKONUN İKTİDAR MANİVELASI OLARAK “LAİSİZM”


 



                                                              Mehmet Akif AK



Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasası başta olmak üzere başlıca hukuk metinlerinde yer alan bazı kavramların ne anlama geldiklerini bu metinlere bakarak anlamak hayli zordur. Daha da vahim olanı, bu kavramların anlamları konusunda yönetici seçkinlerin kendi aralarında asgari de olsa bir mutabakatlarının bulunmamasıdır. Rejimin resmi temsilcileri ile bunların sivil alandaki uzantılarının her biri, kendine göre bu kavramlar için tanımlar yapar. Kavramların, değerlerin ortak tanımlara kavuşturularak ortamın berraklaşması, Türk entelijansiyasının arzulamadığı bir durum olsa gerek. Bu sisli, belirsizliklere dolu ortamın devam etmesinde ortalama aydının, ilim adamlarının ve halkın da büyük payı var. Bunlar da mevcut kargaşayı, bulanıklığı bahane ederek yan gelip yatmaktalar. Bütün bu nedenlerle bazı kavramlar, kullananın niyetine ve amacına göre farklı anlamlara bürünmektedir. Bir devlet ve halk için bundan daha vahim bir hastalık zor bulunur.
            Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bugün daha da titizlikle uymaya çalıştığı bir kural var: Kanun, yönetmelik, tebliğ gibi hukuki metinlerin başlangıç bölümünde bu metinde geçen kavramlar hakkında “tanımlar” yer alır. Ama bu kural, bazı kavramlar söz konusu olduğunda bilinçli bir şekilde çiğnenmektedir. Meselâ “Laiklik” denen şeyin anlamı Türkiye için Batınî bir sır olarak kalır. Ne Anayasa’da, ne de başka hukuk metinlerinde “Laiklik” tanımlanmaz. Hatta Türkçe sözlükler bile “laiklik” için anlaşmış değiller. “Türk Laisizminin Teokratik Boyutu Üzerine Düşünceler” (Bilgi ve Hikmet, 1995, Yaz, Sayı 11) başlıklı kışkırtıcı bir yazı yazmıştım. O tarihten bu yana çeşitli vesilelerle laiklik ve benzeri kavramların tanımı ve kullanımı arasındaki çelişkilere, çarpıklıklara, belirsizliklere, bunun toplumsal hayatımızda açtığı yaralara işaret etmeye çalışıyorum.   Heyhat! “Güle gûş ettiremez, boş yere bülbül inler / Varak-ı mihr ü vefayı kim okur, kim dinler?” Ortak değerlerin ve bunları ifade eden kavramların anlamları konusunda devlet ile halk arasında bir takım mutabakatlar bulunmadığı sürece bitip tükenmek bilmeyen kavgalar, boğuşmalar kaçınılmazdır.   
            “Muasır Medeniyet Seviyesine Ulaşmak”, “Atatürk Milliyetçiliği”, “Cumhuriyet” “İrtica”, “Demokratik, Laik, Sosyal Hukuk Devleti” gibi kavramlar, resmi metinlerde ısrarla ve inatla sisler ardında bırakılmıştır. Türk Halkının “ortak değerleri” olarak ilan edilmiş bu kavramlar konusunda neden ortak tarifler yoktur? Ortak değer olmanın ilk şartı, onun genel kabul görmüş bir tanımının bulunması değil midir? Ortak dil yoksa diyalogdan söz edilebilir mi?
            Trajediye ve hem de komediye bakın: Bu, ne manaya geldiği meçhul -güya- ortak değerler uğruna ve  “Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünü sağlama” adına tanklı, tüfekli, idam sehpalı operasyonlar yapılıp durulmuştur. Gerçekte ise hiçbir şekilde “ortak kabul”e mazhar olmamış bu değerler, aslında bölünmenin, iç kargaşa ve kavganın asıl sebepleri olarak karşımızdadırlar.
            Hangi akıl, hangi vicdan ve insaf, kendi halkının dolaştığı yerlere bu şekilde mayın döşemeyi doğru ve haklı bulur, tahmin edemiyorum.
            Peki herkes cinnet mi geçirmiş bu ülkede? Bu kadar akıl dışı düşünce ve uygulama, bir siyasi sistemin başlıca alamet-i farikası olarak varlığını nasıl sürdürebilir? Bu sorunun tek cevabı var:
            Türkiye’nin siyasi sistemi, tamamen kendi vehminin ürünü olan bir “meşruiyet krizini” yönetme adına, manası meçhul, yüceliği kendinden menkul bazı kavramlar için kutsallıklar üretmiş ve söz konusu bu kutsalların korunması için başvurduğu hukuk dışı her tür şiddeti “cihat”a benzeterek yapay meşruiyet krizlerine çözümler aramıştır. Oligarşik yapı, ikide bir “ülkeyi yok olmaktan kurtararak”, halkı kendine gebe bırakmak istemiştir. Halkın hakkına ve hukukuna tecavüzü alışkanlık edinen oligarşi, sistemi gerilimlerle ayakta tutmaktan başka bir yol bulamamıştır bugüne kadar. Oysa sistemin en az 70 yıldır ayakta kalmak gibi bir sorunu olmadı. Cumhuriyet devrimlerinden sonra bu halk, sistemin ve ondan geçinen oligarkların ayakta kalması için ne istendiyse fazlasıyla ve severek verdiği halde, oligarşideki bir türlü şifa bulmayan “sistem çökecek” sendromunun kesinlikle başka sebepleri olmalıdır.
            Halkın büyük çoğunluğunun defalarca oyu ile onayladığı bir siyasi sistemin gerçekte neden bir meşruiyet krizi bulunsun ki! Bu, cevabı kendi içinde mevcut soru açısından ülkemizde yaşananlara baktığımızda, üretilen meşruiyet krizi sorunsalının bizatihi rejimin kendisine ilişkin olmadığını kolayca anlarız. Peki geriye kalan nedir?
            Geriye kalan şudur: Modernleşme adına var olan ama her tür modernliğe karşı çıkan, kendini yenilememeye yeminli arkaik bir entelijansiyanın “devlet” gibi rakipsiz bir aygıtı kendi hükümranlığında tutma çabası. Bir de işin uluslar arası boyutu var tabii. Kendini Demokrasi ve insan hakları ile eşitlemiş “hür dünya”nın büyük devletleri ve uluslar arası sermayesi, bu arkaik oligarşiye ciddi destek veriyor.  Demokrasiyi ve insan haklarını Batılı üstün ırkların başkalarıyla paylaşılamaz imtiyazları olarak gören bir dünyanın, başka coğrafyalarda despotik ve oligarşik rejimleri ayakta tutmak istemesinde şaşılacak bir taraf yoktur.
            Şunu hep söyledik: Türk laisizmi, “tersinden teokrasi”dir. Bugün eğer Türkiye örneğinde bir “teokrasi”den söz edilecekse bu, ancak “laik teokrasi” olabilir. Kutsallarla donatılmış bir laiklik algılayışı ve laik teokratlardan söz ediyoruz. Tarihimizde teokrasinin hiçbir zaman var olmadığı, kendine özgü bir laikliğin (sekülerizmin) yüzlerce yıldır uygulandığı, bugün bazı kesimlerin dilden düşürmedikleri laikliğin ise, Fransız laikliğinin çok kötü bir kopyası ve tercümesi olduğu kabul edilene kadar da bunları söylemeye devam edeceğiz. Çünkü bu ülkede İslâm’a ve Müslüman halka uygulanan şiddetin adına laiklik denmesini aklımız, havsalamız almıyor. Güç ve iktidar tepişmelerinin bedelini neden hep İslâm Dini ve Müslüman ahali ödesin?
            Türkiye’nin oligarklarının halka karşı yaptıkları tüm darbelerde daima “laiklik” manivelası kullanıldı. Onlara göre bir türlü “modernleşmeyi başaramayan” büyük halk kitleleri, kökü kazınacak “mürteci” güruhu idi. “Laiklik-irtica” denklemi, oligarklar için çok verimli bir toprak olageldi, durmadan ekip biçiyorlar. Ne var ki, şunu yeni yeni anlamaya başladılar; meğer “iç düşmanlardan oluşan” bu mürteci güruhu, “çağdaşlaşma” yolunda oligarkları kat be kat geçeli çok olmuş.
            Oligarklar, düne kadar kendilerini “çağdaşlaşmanın” biricik savunucusu ve teminatı görürken şimdi bin bir türlü paranoya senaryoları ile çağdaşlaşmaya karşı çıkıyorlar. Çelişki müthiş! Dün, “din, irtica, tarikat, cemaat…” tehdidi ve tehlikesine karşı çağdaşlaşmayı, laikliği cebir ve şiddetle korumak için “laik cihada” soyunanlar, şimdi bizatihi “çağdaşlaşma”yı bir tehdit olarak görüyorlar. Değişen nedir? Değişen şey şudur:
            Demokrasi adına var olan her şey, serbest seçimler, partiler, sivil toplum kuruluşları ve benzeri alanlarda yapılan her düzenleme, oligarkın iktidarından bir şeyler alıp götürmektedir. Türkiye sosyalistlerinin, dindarlarının, zamanın şartlarını, imkân ve fırsatlarını oligarklardan daha kolay bir şekilde algılayıp elde etmeleri, oligarka iktidarını sürdürme yolunda sosyal ortamı terörize etmek için gösterilecek “öcü” bahanesi bırakmamıştır. Artık ne Türkiye’yi bir sosyalist bloğa bağlayacak “Marksist, Leninist ve hatta Maoist komünistler” var, ne de “ülkeyi ortaçağın karanlıklarına götürecek mürteciler” bulunmakta. Hele Müslüman ahalinin hiç bir şekilde Cumhuriyetle, laiklikle herhangi bir meselesi bulunmakta.
            Bu durumda oligark bakımından “Batı”, her şeyiyle tehdidin ve tehlikenin yeni nesnesi ve ta kendisi olmaktadır. Şimdilerde oligarklar, daha düne kadar “Batı” istikametine doğru serili seccadelerini toplamış, Kuzey’de ve Doğu’da yeni kıblegâhlar aramaya başlamışlardır, kendi halklarını şiddet ve baskı altında inleten ve buradaki haksızlıklara ses çıkarmayacak, hatta destekleyecek suç ortağı yeni kıblegâhlar. Kendileri ile baskı ve şiddetin son teknikleri konusunda bilgi alışverişinde bulunacakları yeni dostlar, müttefikler ve hâmiler…
            Türk laisizminin macerası, kuzuyu her hal ü kârda yemeyi kafasına koymuş kurdun hikâyesinde olduğu gibidir. Laiklik vurgusu yapan hiçbir odak, başta CHP olmak üzere aslında o herkesin bildiği anlamı konusunda tartışmalı da olsa teorideki laikliği kast etmemektedir. Zaten CHP’nin bir parti olmaktan öte, bir zihniyetin simgesi olduğunu unutmamak lazımdır. Bu zihniyet, benzeri az bulunur bir muhafazakârlığı, ruhunun her zerresinde ve genlerinde taşır. Fakat onun “muhafızı” olduğu şey, toplumun geleneksel değerleri değildir asla; sadece oligarşinin saltanatıdır. 19. yüzyılın başlarından itibaren 1930’lara kadar sayısız tecrübe ve birikimle sürüp gelmiş Türk modernleşmesinin kazanımları onun hiç umurunda değildir.
            CHP zihniyetinin militan mensuplarının bu partiye kayıtlı olmaları gerekmez. Hatta öyle ki bu militanların parti tüzel kişiliği olarak CHP’ye karşı şiddetle çıktıkları bile olur. Karşı çıkış nedenleri, CHP’nin zaman zaman çok partili hayatı benimseyip normal bir parti imiş gibi davranmasıdır. Fakat aldanmamak lazım, onlar da nihayetinde oligarşiyi ayakta tutan aynı cemaate mensup oligarklardır ve bu cemaatin bariz vasfı, demokrasi, seçim, parti, hak, hukuk, adalet tanımaz oluşudur. Meselâ “28 Şubatta Devlete sarkıntılık edilmiştir” diyen Süleyman Demirel, bu gerçek kimliğiyle aslında tipik bir CHP oligarkıdır. Bugün artık gizli bir CHP’li olduğu açığa çıkmış bulunan Demirel, bu süreçte “Devlet başka, hükümet başka, devlet MGK’dır” diyebilmiştir. Tam bir CHP’li vecizesi. Aslında bu bağlamda kişiler önem taşımaz, kişilere odaklanıp, meselenin esasından kopma tehlikesi her zaman mevcuttur. Fakat bazen bir kişinin bilimsel usuller kullanılarak tahlil edilmesi, herhangi bir konu hakkında müthiş öğretici olabilir. Bu çerçevede S. Demirel, Sabih Kanadoğlu ve Vural Savaş tiplerinin doktora düzeyinde incelenmesi, ortaya Türkiye oligarşisinin dört başı mamur bir fotoğrafını çıkarmak için yeterli olabilir.
            Özetle;
            Bizim “laikliğimiz”, Türkiye gibi dünya çapında hürmet görmüş mümtaz ve büyük bir Devleti yönetmeye ehil olmayan bir kısım oligarkların iktidar savaşları için kullandıkları bir silahtan ibaret hale gelmiştir. Osmanlıda ve Cumhuriyetin başlangıcında mevcut olumlu birikimler, bu oligarkların umurunda değildir. Bunlar, Türk halkını sadece vergisi alınarak sağılacak bir inek, itaat altında bulundurulacak bir kul mesabesinde görür ve hep ona çobanlık etmek isterler. Hatta halkı inek bile saymadıkları söylenebilir. Çünkü sütü sağılacak inek yedirilmeli, içirilmeli, hoşça muameleye tabi tutulmalıdır. Akıl sahibi olan böyle davranır. Bizim oligarklarımız ise sabah-akşam halkı kamçılar, iter, kakar, aşağılarlar. Cumhuriyet’in “kulluktan kurtardığı” halk bu halk değildir, o nedense hiç var olmadı, yaşamadı. Bu adam olmamakta kararlı halka yalnızca kulluk müstahaktır. Halka kulluk, onlara da ebed müddet efendilik yakışır.
            Türkiye’deki oligarşinin dünyadaki tüm benzerleri gibi aslında uluslar arası büyük güçlerin desteğini almadan ayakta kalamayacağını hiç unutmamak gerekir.
            Türkiye’nin kaderi, “laiklik-irtica” denkleminin kısır, minnacık hücresine hapsedilmemelidir. Türkiye, Cumhuriyet dönemi de dâhil olmak üzere en az bin yıldır “Din-Devlet” dengesini başarıyla kurmuş ve yönetmiş bir devlet geleneğine ve rüştünü defalarca ispat etmiş bir millete sahiptir. Bu tarihi birikime dayanıldığında yüce dinimiz problemli bir alan olmaktan kolaylıkla çıkacaktır.  2008

Etiketler: , ,

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa