21 Ağustos 2018 Salı

CEMİL MERİÇ’E ADANMIŞ BİR HAYAT: İZZET TANJU

                                  Mehmet Akif AK

 “İzzet Tanju bugün vefat etti. Şenlikköy’deki yeni evinde oğlu ile yaşayacaktı. Rabbim 24 saat müsaade buyurmuş. Bu ülkenin kültür ve irfan hayatına Hind Edebiyatı ve Jurnaller onun hasbi gayretleri sayesinde kazandırılmıştı. Rabbim taksiratını affeyleye.”

 Bu sözler, İzzet Tanju’ya kardeş kadar yakın olmuş Ümit Meriç’in O’nun vefatını ilan ettiği ifadeleriydi.

 İzzet Tanju, 31 Ocak 2021, İstanbul’da hayatını kaybetti. Ümraniye Hekimbaşı Mezarlığında toprağa verildi. 

 Cemil Meriç-İzzet Tanju dostluğu, çözülmesi zor bir muammadır. Hatta “dostluk” kelimesi bu hâdiseyi anlatmaktan âcizdir. Biz yine de bir başlangıç denemesi yapalım dedik; umulur ki başkaları da benzerine rastlamadığımız bu münâsebeti incelemeye değer bulur.

 Bizce Cemil Meriç ile İzzet Tanju arasındaki dostluğu, yakınlığı, bağlılığı hatta bağımlılığı tanımlamak, anlamak imkânsızdır.

İzzet Tanju, Cemil Meriç’e, O’nun gözlerinin ışığını tamamen kaybetmeye başladığı günlerin arifesinde intisap eder, henüz bir lise öğrencisi iken. Genç, cevval, meraklı İzzet, sanki tam da ihtiyaç duyulan bir anda O’nun kapısını çalar. Okumayı bütün ihtiyaçlarının en tepesine koyan –gözlerinin iyice zayıfladığı günlerde tavandaki ampule yaklaşmak için ortaya bir masa, onun da üstüne bir tahta sandalye koyarak okumasını sürdürdüğü unutulmamamladır- Cemil Meriç, Genç İzzet’i bir havari immişçesine karşılamıştır. 

Bu Üstad-Talebe ilişkisi Cemil Meriç’in son nefesine kadar devam eder; 30 küsur yıl… Babacanlığı, müsamahası, nezaketi zirvede bir beyefendi olan Cemil Hoca’nın, celâli, öfkesi de şiddetli, hatta bir yanardağ patlaması gibidir. Hoca’nın kahkahasının da hiddetlenmesinin de peş peşe patlamalar hâlinde zuhur ettiği, Onu yakından tanıyanların malumudur. Bu Cemil Meriç’e İzzet Tanju gibi son derce nazik bir kişi yıllar boyu nasıl tahammül etmiştir. Ben bu sorunun cevabını gerçekten bilmiyorum. Soruyu, birileri cevabını bulur ümidiyle ortaya bırakıyorum.

İzzet TANJU ile sanırım 1975-76 yıllarında tanıştık. Cemil Meriç'in yazılarıyla tanışma ve O'nun düşünce dünyasıyla derin irtibat kurma tarihim ise 1970'lerin başı olmalı; Hisar dergisindeki "Fildişi Kuleden" başlığı altındaki yazılarından.

Fikir ve Edebiyat Dünyasının başkenti İstanbul'a gelişim 1973'tür. Aylık Kültür ve Sanat Dergisi PINAR'da yazmaya başlamıştım. Cemil Meriç ile tanışmak ve O'nun yakınlarında olmak başlıca hayalimdi. Bir yolunu bularak kısa zaman içinde bu hayalime kavuştum. Artık O'nun haftada bir gün, sabah 8.00 akşam 17.00 mesaisine tabi gönüllü sekreterlerinden biri olmuştum.

Gün boyu devam eden konuşmalarımız arasında sık sık adı geçen biri vardı; İzzet TANJU. Bu sıralar daha çok hafta sonları üstada geliyormuş. Fakat 1952'ye, yani üstadın henüz gözlerini kaybetmediği yıllara uzanan bir tanışma hikâyeleri varmış. Konuşmalarda İzzet Abi'nin en son meşguliyetlerinden, İstanbul Şehir Tiyatrolarına idareci kadrosuyla tayin edilme durumundan filan söz açılır, yaşadığı ilginç olaylar nakledilirdi. Artık İzzet TANJU'nun Cemil MERİÇ için ne kadar önemli biri olduğunu kavramıştım.

Haftada bir gün Cemil MERİÇ'in Göztepe, Tütüncü Mehmet Efendi Sokağındaki evinde mesai kavramı çerçevesinde devam eden münasebetlerimi hafta sonu ziyaretleriyle de devam ettirmekteydim. Cumartesi ve Pazar, Cemil Meriç'in dostlarını kabul günleriydi. Cemil Meriç, haftanın diğer 5 gününde özellikle gündüzleri ziyaretçi kabul etmek istemezdi. Eğer devamlılığı olan sekreterler bulabilmişse haftanın 5 günü sabah 8.00 akşam 17.00 arası zamanlarını çalışmayla geçirirdi. Hafta sonları ziyaretçileri ise eski dostları, sekreterleriydi. Bunların sayısı ne yazık ki bir elin parmaklarından biraz fazlaydı. Cemil Meriç'in putları yıkan, ideolojik önyargıları silip süpüren, düşünce dünyamızın ezberlerini tar ü mar eden beyanname tonundaki yazılarının bedeli O'nun yalnızlığa terk edilmesi olmaktaydı. Sayıları az da olsa bir grup sadakatli ve vefalı dost O'nun dünyaya açılan pencereleriydi. Bunların en başında da hiç şüphesiz İzzet TANJU vardı.

İzzet Abi ile ilk karşılaşmamız, Hocamıza hafta sonları yaptığımız ziyaretlerin birinde vuku buldu. Bu karşılaşmada ilk dikkatimi çeken husus, İzzet Abi'nin Hoca karşısındaki pervasızlığıydı. Karşımda, Hoca'nın her söylediğine pür dikkat kulak kesilen, yanlış bir söz sarf etme korkusuyla suskun kalan hürmetli bir talebeden fazlası olan biri vardı. Bu kişi, Hoca’nın bazı sözlerini, tespitlerini, yorumlarını hafif alaycı bir üslupla sorgulayan, "ama"larla destursuz bir şekilde araya giren, Hoca'nın kendince yanlış bulduğu ifadelerine karşı çıkan, bazen de Hoca'nın açıklarını kollayan ve derhal tashihe çalışan biriydi.

İzzet Abi ile Hocamız hayatta olduğu sürede hep Onun evinde karşılaştık, ayrıca bir araya gelmedik. Ancak Hocamız aramızdan ayrılınca bir birimize daha da yakınlaşma ihtiyacı duyduk. Çok sık bir araya gelemez isek de telefonla hep haberleştik. Cemil Meriç'in etrafındaki ilk halkada yer alanlar olarak sayıca ne kadar az olduğumuzu anladık.

İzzet TANJU'nun düşünce dünyası için başlı başına akademik bir tez hazırlamak gerekir. Bunu yapmaya niyetlenecekler için bir kaç başlık zikredebilirim.

İzzet Abi, Cemi Meriç'le o denli aşinalığı ve iç içeliğine rağmen kendi gezegenini inşa etmeye çalışmış ve bunu başarmış bir Cumhuriyet aydınıdır. Lakin asla dogmatik bir Cumhuriyetçi değildir; tarihimizdeki bu dönemin yok sayılmaması gerektiğini savunarak komplekssiz bir Batılılaşma sürecini benimser, buna karşılık tarihi devamlılığa vurgu yaparak radikal Cumhuriyetçilerden ayrılır. Cumhuriyet dönemi aydınlarının ideolojik-siyasi kamplaşmalarının hiç birine yakın durmaz. Tarihimizi oluşturan bütün değerlere hürmetkâr davranır. Cemil Meriç'teki meydan okuyan, kavgaya davet eden üslup ve yaklaşım İzzet TANJU'da yoktur. İlgi duyduğu her konuyu ulaşabildiği bütün kaynakları araştırarak daha iyi nasıl anlayabileceğini hesap eder.

Bu tam da Cemil MERİÇ'in tarzıdır, ama O, Hoca ile aynı konularda çok farklı sonuçlara ulaşmaktan çekinmez. Cemil Merç'in öğrenci ve arkadaşları arasında iki kişi, özellikle lisan konusunda Cemil MERİÇ'in tam karşısında yer almışlardır ama bu husus Hoca ile yakınlıklarını zerrece etkilememiştir, Hoca, en çok bunlarla vakit geçirmiştir. Bunlardan biri filolog Berke Vardar, diğeri de İzzet Tanju'dur. Kadere bakın ki, bu iki çok yakın arkadaşı, lisan konusunda Cemil MERİÇ'in "uydurca" dediği dilde sadeleşme taraftarıydı.

Hele Berke Vardar, “uydurca”da çok radikaldi ve Türkiye'nin en şiddetli sadeleştirme silahşörlerindendi. Eski Lisanın neredeyse tümüyle yok edilmesi ve yeni bir Tükçe inşaasını savunuyordu. Fakat Berke Bey, bütün bunları "filolojik" gerekçelerle açıklayabiliyordu. İzzet Tanju ise biraz mutedil de olsa Türkçe'nin Cumhuriyete ayak uydurarak eski ağdalı havasından kurtulmasını ve saf Türkçe düşünmeye imkân verecek bir dilin kurulmasını savunuyordu.

İzzet TANJU, eski harfli Türkçe metinler okumayı bilmemektedir. Tabii olarak Arapça ve Farsça’ya da yabancıdır. 1970'lere kadar Cumhuriyet aydınları içinde eski Türkçeyi kullanmayı bir ölçüde devam ettirmiş yazar ve ilim adamlarına da pek ilgi göstermemiştir. Bunlarla birlikte İzzet Tanju'nun, klasik lisanımıza büs bütün yabancı olduğu da söylenemez. Tabii ki, son 100-150 yılın Türkçe metinlerinde altından kalkamayacağı bir kitap ve yazı da yoktur. Ama O, Türkçe düşünmeyi mümkün kılan bir lisan peşindedir. Ne dogmatik bir sadeleştirmecilik, ne de Türkçe düşünmeye imkân veren kelimeler ve kavramlar varken bunları silip yerine eskilerini yerleştiren bir muhafazakârlık... İzzet Tanju için önemli olan Cumhuriyet dönemine has, Türkçe düşünmeyi mümkün kılan bir dile sahip olmaktır.

İzzet TANJU'nun Fransız dili ve düşünce dünyasına yüksek hâkimiyeti, Cemil MERİÇ'in dizinin dibine oturduğu günden başlayarak saysız kere testten geçmiş tartışma kabul etmez bir vakıadır. Acaba İzzet Tanju, Fransızca okuyabildiği kadar Osmanlıca metinlere de yakın durabilseydi, yine aynı fikri çizgide bulunur muydu? Ne O, ne de Onun dışındakiler bu soruya cevap olabilecek bir şeyler söyleyebilir.

Bizim dostluğumuz, mahremiyetlerimizi bilebileceğimiz kadar hususidir. Özellikle Cemil Meriç'in İzzet Tanju'dan gizlediği bir şeyi olmadığını sanıyorum. Cemil Hoca’nın vefatından yıllar sonra kitap haline getirilerek basılan Jurnal'ler her şeyi ortaya saçtıktan sona dahi Cemil Meriç'in dostları O'nun mahrem dünyasına büyük bir sadakat, hürmet ve itina göstermişler, O’nun sırlarını muhafaza etmişlerdir. Aslında bir başka açıdan şunu da söylememiz gerekir; Cemil Meriç, sırlarını emanet edebileceği hakiki dostlar bulmakta da mahirdi.

Cemil Meriç ile dostluk, sohbet, muhabbet, gerçekten bir mazhariyettir. Kahkahalar, ince latifeler, nükteler, ortam uygunsa "ayıp" sınırlarının kalktığı zevk ve şevk dolu konuşmalar... Nadir de olsa gök gürültüsünü andıran kızgınlık patlamaları da Cemil Meriç'e çok yakışan hallerdendi.

Cemil Meriç, çoğunlukla olağanüstü nezaketli, davranışlarında ölçülü bir beyefendi idi. Ama dostlarını, yakınlarını üzmekten, hırpalamaktan da sakınmadığı olurdu. Eğer böyle bir durum yaşanmışsa ardından hasara uğrattığı kim ise onun gönlünü almayı da mutlaka başarırdı. Bazen, aile fertleri de dâhil olmak üzere etrafındaki hiç kimsenin kendi yüksekliğine ulaşamadığı ve ulaşamayacağını acı içinde görür, dışarılardan birilerini arayışa girerdi; böyle zamanlarda yakın çevresinden kaçmak isterken, yakından tanıyıp bilmediği bazı kişileri  iltifatlara boğardı. Ne yazık ki Hoca’nın bu teşebbüslerinin belki de tümü akamete uğramıştır.

Asabileştiği bu anlarda kırıcı da olabilirdi. En yakınındakilerle bile böylesi anlara ait acı olaylar yaşamıştır. Fakat çok geçmemiş ve Hoca, Nedim'in " Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedîm" makamında gelip durmuş, ailesi ve eski dostlarıyla baş başa kalmış ve haline şükretmiştir.

Eşi ve çocukları başta olmak üzere diğer yakın dostlarını, sekreterlerini o kendine has disiplinli, sert kurallara tabi çalışma ortamına çekip, bitmez tükenmez mesailere mecbur etmesinin bugün muhasebesi yapıldığında taraflar bakımından ortaya neler çıkar acaba? Kimler, neler kaybetmiş, kimler neler kazanmıştır? Cemil Meriç, kudretli karakteriyle hayatındaki hemen herkesin kaderinde önemli ve etkin bir rol oynamıştır. 

Yakınları, hayatlarını Onun çevresinde bir yerlerde kurmak zorunda hissetmişlerdir kendilerini. Bu durumu, Onun âmâlığıyla, yani yardımsız yaşayamama durumuyla açıklayamayız. Evet, O, gözlerinin görmemesi nedeniyle gören yakınlarından hiç şüphesiz yardım alıyor ve bununla yaşayabiliyordu. Ama verici olma bakımından hep onlardan bir adım ilerde, bir gömlek yukarda olmayı da başarıyordu.

Bununla birlikte mesela sâdık dostu ve talebesi İzzet Tanju'nun, aslında İstanbul Üniversitesinde hukuk tahsil ettiği, avukatlık ruhsatı edindiği, pek âlâ avukatlık, savcılık, hâkimlik yapabileceği halde bir tek gün bile mesleğini icra edemediğini hatırda tutmamız gerekecektir. Bu durum, İzzet Tanju ile eşi ve çocukları arasında hiç bitmemiş bir gerginlik doğurmuştur.

Benzer bir durum kızı Ümit Hanımın evlenip bir aile kurması konusunda da karşımıza çıkar. Babasının gören gözü, elinin değneği olmaktaki kararlılığı Ümit Hanımın hususi hayatını tayin eden en önemli unsur olmuştur. Yıllar boyu evlilik tekliflerine bigâne kalmışlığı bundandır.  Diğer dostlarının da hususi hayatlarında olmasa bile en azından yazı âleminde yer almada, kitaplar yayımlamada isteksiz, iştahsız davranmaları da yine Cemil Meriç’e yakınlıkları ile açıklanabilir.

Bu “yakın”ların hepsi de Cemil Meriç aralarından ayrılınca yazmayı, kitap neşretmeyi ancak akıl edebilmişlerdir. İzzet Tanju, bunların en başında gelir; Hoca’sının vefatından hemen sonra peş peşe telif, tercüme kitaplar yazmış ve yayımlamıştır.

Cemil Meriç'in söylediklerini kaleme alanların, Onunla birlikte okuyup yazanların kendilerine ait bir şeyler yazmaları elbette ki cesaret isterdi. Nitekim bir kaç kez Onu ziyaret edip, sohbetinde bulunanlar, kısmen mesaisine katılanlar, eğer kendileri bir yazar, bir fikir adamı olmak istiyorlarsa çareyi Cemil Meriç’ten uzak durmada bulmuşlardır.

Sonunda Cemil Meriç, kendini O’na feda edenler ve O’nda fena bulanlarla baş başa kalmıştır. İzzet Tanju, bunun en önemli örneğidir. Bu bakımdan Cemil Meriç biyografyası yazanların ilk yapmaları gereken şey, Cemil Meriç'e Onun dostları, mesai arkadaşlarıyla işe başlamaktır. Bunlardan Fevziye Meriç, Cengiz Aydın, Lamia Çataloğlu, İzzet Tanju gibileri bu dünyaya veda etmişlerdir. Ama hayatta kalanlarla yapılacak çok şey vardır. Bu pencereden bakıldığında Cemil Meriç hakkındaki en ciddi biyografi çalışmasına imza atan Dücane Cündioğlu'nun çalışmasının önemli eksikler taşıdığını söylemem gerekir.

Sanırım Cündioğlu, Meriç'in yakınlarıyla yaşadığı ve hâlâ varlığını sürdüren sıcak iklimi tanımaktan, anlamaya çalışmaktan objektif kalabilme adına uzak durmuştur. Henüz vakit geçmiş değil. Cündioğlu, hâlâ Cemil Meriç'in yaşadığı ve var olduğu ortamı resmetme imkânına sahiptir. Kendince bunu yapmaya herhangi bir gerekçe bulamıyor olsa bile âmâ bir adamın fikir dünyamızda gözleri gören nicelerini kıskandıracak bir güce ve etki alanına ulaşmış olmasının sırlarını Onu yakın dostlarıyla birlikte ele alarak çözebilir. Bu, Ümit Meriç’tir, Muhsin Demirel, Cevat Özkaya, Dursun Gürlek, Mehmet Paksu ve M. Akif AK'tır. Burada adını hatırlamadığım veya bilmediğim başkaları da mutlaka vardır tabii ki. 

Sözün burasında bugüne kadar çok dillendirilmemiş olan bir konuyu da kayda geçirmemiz gerekiyor. Önce bir tespitte bulunalım. Cemil Meriç'in Fikir Âlemimizde ün yapmasına yol açmış ilk kitabı Bu Ülke'dir. Bu Ülke'nin gün ışığına çıkmış ilk metinleri ise Hisar'da yayımlanan “Fildişi Kuleden” yazılarıdır. Fildişi Kuleden yazıları ise Jurnal'lerden seçilenlerin bir dergi sayfasında yer alacak şekle sokulmuş halleridir.

Peki Jurnaller nerden çıkmıştır? İzzet Tanju, her biri tek nüsha olmak ve yayımlanmamak şartı ile  Jurnalleri yazmaya Cemil Meriç'i zorlamıştır ve sonunda O2nu ikna etmeyi başarmıştır. Hatta ilk Jurnaller, Hoca'nın küfürlü naraları eşliğinde daktilo edilmiş ve kaçak bir nesne gibi dosyalara konulup saklanmıştır. Jurnal yazılarında başlık yoktur. Bu özellik, Hisar dergisine gönderilenlerin de başlıksız olmasının sebebidir. Dergi'nin sahibi Mehmet Çınarlı, yazıların tamamının Fildişi Kule'den üst başlığı altında isimsiz yayımlanıyor olmasını yayın esaslarıyla bağdaşmaz bulur ve müelliften yazılar için başlık ister. Jurnaller Hisar'a gönderilirken isimlendirilmeye başlanır.

Aynı isimler, yazıların Bu Ülke'deki adları da olacaktır. Ayrıca Jurnal'lerin sayısı artınca onları tekrar dönüp okuma ihtiyacı duyduklarında kolay bulmak için de her birine birer isim takılması gerekmiştir. Hoca ile İzzet Abi, jurnallere isimler koymaya başlarlar. Şimdi aynı süreci bir de tersinden anlatalım.

1950'li yıllar. Hoca bu tarihe kadar yaptıklarıyla toplumda bir karşılık bulamamıştır. İnadına yine toplumda henüz hiç bir karşılığı bulunmayan bir işe girişir. İzzet Tanju ile birlikte "Hind"i yazmaya koyulur.

İşkenceyi andıran mesailer sonunda kitap biter, basılır. Ama Hoca'nın sesi boşlukta kaybolur gider. Tam da bu esnada kaybolan başka bir şey vardır; gözleri. Türk Entelijansiyasının taş kesilmiş vicdanı, kadirbilmezlik, ailevi sıkıntılar, maddi müzayaka ve gittikçe ışığı sönen gözler...

Defalarca intihar etmeyi düşündüğü yıllar. Onu, hayata ailesi ve çok yakın bir kaç dostu bağlar yeniden. İşte İzzet Tanju tam da bu buhranlı zamanlarda O’nun yanındadır. Bu Cemil Meriç’e verilmiş nasıl bir lütuftur, nasıl ortaya çıkmıştır; büsbütün meçhulümüz… Hakikat şu ki; bir Lise öğrencisi hangi sâikle hareket ettiği bilinmez bir şekilde bir yerlerden ortaya çıkmış ve Türk Tefekkür hayatında Cemil Meriç gibi bir devin var olmasına baş koymuş, omuz vermiştir. Jurnallerden devam edelim.

Nasıl olsa Hoca'nın dergi yazılarının, kitaplarının, tercümelerinin yayınlanabileceğş doğru dürüst bir  mecra yok, o zaman Büyük Usta, hissiyatını, fikriyatını Jurnal halinde kaleme döksün. Hiç bir yararı olmazsa bile Hoca'yı ruhen, kalben rahatlatacağı açıktır.

Fikir İzzet Tanju'ya aittir. Cemil Meriç'in jurnal yazmaya isteksizliğini, hatta buna şiddetle karşı oluşunun sebeplerinden birini tahmin edebiliyorum. Batı romanının Hıristiyanlıktan çıkmış "itiraf" kurumundan doğduğunu sonraki metinlerinde uzun uzadıya ele alacak olan Cemil Meriç, doğal olarak "jurnal" ile "itiraf" arasındaki münasebeti de bilmekteydi. "Mazlum bir dünya"nın (şarkın) sözcülüğüne, mücahitliğine talip olan birinin "jurnal"den -kafes ardındaki itiraflardan-uzak durması anlaşılır bir durumdur.

Ne var ki, Cemil Meriç'in paradoksu da tamı tamına buradaydı. İzzet Abi'nin tanıklığıyla "jurnal"e şiddetle karşı olan Hoca'nın çalışma masasının hemen bitişiğinde yer alan rafta Fransızca'nın ünlü jurnal kitapları dizi dizi yer almaktaydı. Bunlardan Sainte-Beuve'nin Günceler (Causeries du lundi, 15 Ciltlik ) i şu an bile gözlerimin önünde. Neticede Fransız fikir ve edebiyat dünyası, Cemil Meriç'in de, İzzet Tanju'nun da kana kana içtikleri pınarlarla doluydu. 

Hülasa edecek olursak, Bu Ülke, Cemil Meriç'in sonraki tüm kitaplarının tohumu ya da usaresidir. Her iki niteleme de bakıldığı tarihi pencereye göre doğruluk payı taşır. Bir başka deyişle Cemil Meriç'in "Hind"ten sonraki tüm telifatının merkezinde "Bu Ülke" yer almaktadır. Bu Ülke ise Jurnallerin kitaba dönüşmüş hâlidir. Jurnallerin nasıl ortaya çıktığını ise yukarıda kaydettik. 

Eğer Dücane Cündioğlu bu bilgilerden haberdar olsaydı, Cemil Meriç biyografyasının dördüncü kitabını da yazardı. Hem de İzzet Tanju ile beraber.

Kaderin garip cilvelerine bakın. Bu Ülke ile başlayan kitaplar serisinde Osmanlı'yı, İslâm Medeniyetini savunan Cemil Meriç, bu telifatının ilk tohumlarını tamamen Batıya mahsus bir yazı türü olan Jurnallerde atıyor. Üstelik "jurnal" yazma fikri, Hocasının Bu Ülke sonrası fikirlerine pek de iştiyakla bağlı olmayan bir Cumhuriyet çocuğu olan İzzet Tanju'ya ait. O İzzet Tanju ki, evet beslendiği kaynaklar nerdeyse tümüyle Batılı, ama diğer yandan da O, hayatını Hocasına feda edecek ölçüde irrasyonel yaşamış, şarklı bir derviş.

Bir yanıyla aydınlanmacı, diğer yanıyla aydınlanmanın asla algılayamayacağı kadar Osmanlı. Cemil Meriç çalışacaklara en basitinden bir yol haritası çizmek gerekirse şunları söyleyebilirim: Araştırmacılar, Cemil Meriç-İzzet Tanju ilişkisinin yukarıda anlatmaya çalıştığımız genel geçer ölçülere göre kavranması zor boyutları ile birlikte Cemil Meriç-Cengiz Aydın, Cemil Meriç-Berke Vardar, Cemil Meriç-Nur Talebeleri ile dostluk ve arkadaşlıklarını da tahlil edecekler.

Rahmetli Cengiz Abi, yüksek seviyede Arapça, Fransızca ve İngilizce bilen bir matematik âlimiydi. İTÜ'de hocaydı. Vefatından kısa bir süre önce Kur'an-ı Kerim'i Fransızca'ya tercüme etmişti. (Bir gün bir toplantıda bir aradaydık. Ona F. Capra'nın Türkçeye tercüme edilen bir kitabından söz etme cüretinde bulundum. Küçücük deri çantasından yazarın Fiziğin Taosu kitabının İngilizcesini çıkardı. Cengiz Abi, böyle bir âlimdi.

Sıradan bir Müslüman sofudan çok daha fazla dindar ve dinin icaplarına riayetkâr biriydi. Şer'i ve fıkhi konularda hayli katı ve tavizsiz bir Müslüman olan Cengiz Aydın, ibadetler konusunda çok noksanı bulunan Cemil Meriç'te ne bulmaktaydı ki âdeta O'na âşıktı. Üstelik bu mahabbet aynısıyla O’na karşı Cemil Meriç'te de vardı.  Araya zaman girip de bir süre görüşmemişler ise Hoca, yahu bizim Cengiz nerelerde diye sorar dururdu.

İzzet Abi neden Cemil Meriç’i yazmadı ve ben, ya da diğer dostları, mesai arkadaşları Cemil Meriç'i neden yazamıyoruz? Sanırım hepimizin de sebepleri, gerekçeleri aynı ama yine her birimiz bunların neler olduğunu tam olarak da bilememekteyiz. Neyi nasıl yazacağız? Onun dünyasının dışına çıkarak ona bakamıyoruz ki! Kitaplarına bakıp bir şeyler yazmayı düşünenler hep olacaktır, buyursunlar yazsınlar. Ama biz Cemil Meriç'i yazdıklarıyla değerlendirebilecek yerde durmuyoruz. Hayır, yanlış bir şeyler yazmaktan korkuyor, çekiniyor değiliz. Ama biz Ona çok yakın olmuş kimseleriz. Bu işe nereden başlayacağımızı asla bilememekteyiz. Hatıralar, derinlere gizlenmiş. Onunla görüşmelerimizde not tutmamışız. Bunu kısmen Halil Açıkgöz yapmayı akıl etmiş ve bunları kitaplaştırmış ki hâlâ biricik kitap olarak duruyor.

Öte yandan hem Cemil Meriç'in yakını, dostu, öğrencisi, sekreteri olacaksın, hem de O'na yakışan, onun beğeneceği bir şeyler yazamayacaksın. Cemil Meriç'e yakışanı bulmamız ne kadar zordur, bir bilseniz. Çünkü O hâlâ delici nazarları, külyutmaz edasıyla karşımızda bize bakıyor. Bu kadar zor beğenen, kılı kırk yaran bir adama tutup kendini anlatacaksınız ve O size bakıyor olacak. Bununla birlikte Hocaya kaside türünden şeyler yazmak da yapabileceğimiz bir şey değil. Bütün düşüncelerinin sorgu sual bilmez takipçileri de değiliz. Evet, övgüye, iltifata aç biriydi ve öyle ayrıldı aramızdan. Kendisine bir kaside yazılmasından şüphesiz çok da mutlu olurdu. Ama Onu sadece öven bir şeyler karalamak da Cemil Meriç mektebinde okumuş kişilere yakışmazdı.

Vefat sebebiyle bu dağınık his ve fikirleri okuyucu ile paylaşmama vesile olan İzzet Tanju’ya bir kere daha Allah’tan rahmet diliyorum.   

UMRAN, Sayı 319, Mart -2021                       

      

 
 


Etiketler: , , , , ,

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa