CEMİL MERİÇ’E ADANMIŞ BİR HAYAT: İZZET TANJU
Mehmet Akif AK
“İzzet
Tanju bugün vefat etti. Şenlikköy’deki yeni evinde oğlu ile yaşayacaktı. Rabbim
24 saat müsaade buyurmuş. Bu ülkenin kültür ve irfan hayatına Hind Edebiyatı ve
Jurnaller onun hasbi gayretleri sayesinde kazandırılmıştı. Rabbim taksiratını
affeyleye.”
Bu sözler, İzzet Tanju’ya kardeş kadar yakın olmuş Ümit Meriç’in O’nun vefatını ilan ettiği ifadeleriydi.
İzzet Tanju, 31 Ocak 2021, İstanbul’da hayatını kaybetti. Ümraniye Hekimbaşı Mezarlığında toprağa verildi.
Cemil Meriç-İzzet Tanju dostluğu, çözülmesi zor bir muammadır. Hatta “dostluk” kelimesi bu hâdiseyi anlatmaktan âcizdir. Biz yine de bir başlangıç denemesi yapalım dedik; umulur ki başkaları da benzerine rastlamadığımız bu münâsebeti incelemeye değer bulur.
Bizce Cemil Meriç ile İzzet Tanju arasındaki dostluğu, yakınlığı, bağlılığı hatta bağımlılığı tanımlamak, anlamak imkânsızdır.
İzzet Tanju,
Cemil Meriç’e, O’nun gözlerinin ışığını tamamen kaybetmeye başladığı günlerin
arifesinde intisap eder, henüz bir lise öğrencisi iken. Genç, cevval, meraklı
İzzet, sanki tam da ihtiyaç duyulan bir anda O’nun kapısını çalar. Okumayı
bütün ihtiyaçlarının en tepesine koyan –gözlerinin iyice zayıfladığı günlerde
tavandaki ampule yaklaşmak için ortaya bir masa, onun da üstüne bir tahta sandalye
koyarak okumasını sürdürdüğü unutulmamamladır- Cemil Meriç, Genç İzzet’i bir havari
immişçesine karşılamıştır.
Bu
Üstad-Talebe ilişkisi Cemil Meriç’in son nefesine kadar devam eder; 30 küsur
yıl… Babacanlığı, müsamahası, nezaketi zirvede bir beyefendi olan Cemil
Hoca’nın, celâli, öfkesi de şiddetli, hatta bir yanardağ patlaması gibidir.
Hoca’nın kahkahasının da hiddetlenmesinin de peş peşe patlamalar hâlinde zuhur
ettiği, Onu yakından tanıyanların malumudur. Bu Cemil Meriç’e İzzet Tanju gibi
son derce nazik bir kişi yıllar boyu nasıl tahammül etmiştir. Ben bu sorunun
cevabını gerçekten bilmiyorum. Soruyu, birileri cevabını bulur ümidiyle ortaya
bırakıyorum.
İzzet TANJU ile sanırım
1975-76 yıllarında tanıştık. Cemil Meriç'in yazılarıyla tanışma ve O'nun
düşünce dünyasıyla derin irtibat kurma tarihim ise 1970'lerin başı olmalı;
Hisar dergisindeki "Fildişi Kuleden" başlığı altındaki yazılarından.
Fikir ve Edebiyat Dünyasının başkenti İstanbul'a
gelişim 1973'tür. Aylık Kültür ve Sanat Dergisi PINAR'da yazmaya
başlamıştım. Cemil Meriç ile tanışmak ve O'nun yakınlarında olmak başlıca
hayalimdi. Bir yolunu bularak kısa zaman içinde bu hayalime kavuştum. Artık
O'nun haftada bir gün, sabah 8.00 akşam 17.00 mesaisine tabi gönüllü sekreterlerinden
biri olmuştum.
Gün boyu devam eden
konuşmalarımız arasında sık sık adı geçen biri vardı; İzzet TANJU. Bu
sıralar daha çok hafta sonları üstada geliyormuş. Fakat 1952'ye, yani üstadın
henüz gözlerini kaybetmediği yıllara uzanan bir tanışma hikâyeleri varmış.
Konuşmalarda İzzet Abi'nin en son meşguliyetlerinden, İstanbul Şehir Tiyatrolarına
idareci kadrosuyla tayin edilme durumundan filan söz açılır, yaşadığı ilginç
olaylar nakledilirdi. Artık İzzet TANJU'nun Cemil MERİÇ için ne kadar
önemli biri olduğunu kavramıştım.
Haftada bir gün Cemil
MERİÇ'in Göztepe, Tütüncü Mehmet Efendi Sokağındaki evinde mesai kavramı
çerçevesinde devam eden münasebetlerimi hafta sonu ziyaretleriyle de devam
ettirmekteydim. Cumartesi ve Pazar, Cemil Meriç'in dostlarını kabul günleriydi.
Cemil Meriç, haftanın diğer 5 gününde özellikle gündüzleri ziyaretçi kabul
etmek istemezdi. Eğer devamlılığı olan sekreterler bulabilmişse
haftanın 5 günü sabah 8.00 akşam 17.00 arası zamanlarını çalışmayla
geçirirdi. Hafta sonları ziyaretçileri ise eski dostları, sekreterleriydi.
Bunların sayısı ne yazık ki bir elin parmaklarından biraz fazlaydı. Cemil
Meriç'in putları yıkan, ideolojik önyargıları silip süpüren, düşünce dünyamızın
ezberlerini tar ü mar eden beyanname tonundaki yazılarının bedeli O'nun
yalnızlığa terk edilmesi olmaktaydı. Sayıları az da olsa bir grup
sadakatli ve vefalı dost O'nun dünyaya açılan pencereleriydi. Bunların en
başında da hiç şüphesiz İzzet TANJU vardı.
İzzet Abi ile ilk karşılaşmamız,
Hocamıza hafta sonları yaptığımız ziyaretlerin birinde vuku buldu. Bu
karşılaşmada ilk dikkatimi çeken husus, İzzet Abi'nin Hoca karşısındaki
pervasızlığıydı. Karşımda, Hoca'nın her söylediğine pür dikkat kulak kesilen,
yanlış bir söz sarf etme korkusuyla suskun kalan hürmetli bir talebeden fazlası
olan biri vardı. Bu kişi, Hoca’nın bazı sözlerini, tespitlerini,
yorumlarını hafif alaycı bir üslupla sorgulayan, "ama"larla destursuz
bir şekilde araya giren, Hoca'nın kendince yanlış bulduğu ifadelerine karşı
çıkan, bazen de Hoca'nın açıklarını kollayan ve derhal tashihe çalışan biriydi.
İzzet Abi ile Hocamız
hayatta olduğu sürede hep Onun evinde karşılaştık, ayrıca bir araya gelmedik.
Ancak Hocamız aramızdan ayrılınca bir birimize daha da yakınlaşma ihtiyacı
duyduk. Çok sık bir araya gelemez isek de telefonla hep haberleştik. Cemil
Meriç'in etrafındaki ilk halkada yer alanlar olarak sayıca ne kadar az
olduğumuzu anladık.
İzzet TANJU'nun düşünce
dünyası için başlı başına akademik bir tez hazırlamak gerekir. Bunu
yapmaya niyetlenecekler için bir kaç başlık zikredebilirim.
İzzet Abi, Cemi
Meriç'le o denli aşinalığı ve iç içeliğine rağmen kendi gezegenini inşa
etmeye çalışmış ve bunu başarmış bir Cumhuriyet aydınıdır. Lakin asla dogmatik
bir Cumhuriyetçi değildir; tarihimizdeki bu dönemin yok sayılmaması gerektiğini
savunarak komplekssiz bir Batılılaşma sürecini benimser, buna karşılık
tarihi devamlılığa vurgu yaparak radikal Cumhuriyetçilerden ayrılır.
Cumhuriyet dönemi aydınlarının ideolojik-siyasi kamplaşmalarının hiç birine
yakın durmaz. Tarihimizi oluşturan bütün değerlere hürmetkâr davranır. Cemil Meriç'teki
meydan okuyan, kavgaya davet eden üslup ve yaklaşım İzzet TANJU'da yoktur. İlgi
duyduğu her konuyu ulaşabildiği bütün kaynakları araştırarak daha iyi nasıl
anlayabileceğini hesap eder.
Bu tam da Cemil MERİÇ'in
tarzıdır, ama O, Hoca ile aynı konularda çok farklı sonuçlara ulaşmaktan
çekinmez. Cemil Merç'in öğrenci ve arkadaşları arasında iki kişi, özellikle
lisan konusunda Cemil MERİÇ'in tam karşısında yer almışlardır ama bu husus Hoca
ile yakınlıklarını zerrece etkilememiştir, Hoca, en çok bunlarla vakit
geçirmiştir. Bunlardan biri filolog Berke Vardar, diğeri de İzzet
Tanju'dur. Kadere bakın ki, bu iki çok yakın arkadaşı, lisan konusunda Cemil
MERİÇ'in "uydurca" dediği dilde sadeleşme taraftarıydı.
Hele Berke Vardar,
“uydurca”da çok radikaldi ve Türkiye'nin en şiddetli sadeleştirme silahşörlerindendi.
Eski Lisanın neredeyse tümüyle yok edilmesi ve yeni bir Tükçe inşaasını savunuyordu.
Fakat Berke Bey, bütün bunları "filolojik" gerekçelerle
açıklayabiliyordu. İzzet Tanju ise biraz mutedil de olsa Türkçe'nin Cumhuriyete
ayak uydurarak eski ağdalı havasından kurtulmasını ve saf Türkçe düşünmeye
imkân verecek bir dilin kurulmasını savunuyordu.
İzzet TANJU, eski harfli
Türkçe metinler okumayı bilmemektedir. Tabii olarak Arapça ve Farsça’ya da
yabancıdır. 1970'lere kadar Cumhuriyet aydınları içinde eski Türkçeyi
kullanmayı bir ölçüde devam ettirmiş yazar ve ilim adamlarına da pek ilgi
göstermemiştir. Bunlarla birlikte İzzet Tanju'nun, klasik lisanımıza büs
bütün yabancı olduğu da söylenemez. Tabii ki, son 100-150 yılın Türkçe
metinlerinde altından kalkamayacağı bir kitap ve yazı da yoktur. Ama O,
Türkçe düşünmeyi mümkün kılan bir lisan peşindedir. Ne dogmatik bir
sadeleştirmecilik, ne de Türkçe düşünmeye imkân veren kelimeler ve kavramlar
varken bunları silip yerine eskilerini yerleştiren bir muhafazakârlık... İzzet
Tanju için önemli olan Cumhuriyet dönemine has, Türkçe düşünmeyi mümkün kılan
bir dile sahip olmaktır.
İzzet TANJU'nun Fransız
dili ve düşünce dünyasına yüksek hâkimiyeti, Cemil MERİÇ'in dizinin dibine oturduğu
günden başlayarak saysız kere testten geçmiş tartışma kabul etmez bir vakıadır.
Acaba İzzet Tanju, Fransızca okuyabildiği kadar Osmanlıca metinlere de yakın
durabilseydi, yine aynı fikri çizgide bulunur muydu? Ne O, ne de Onun
dışındakiler bu soruya cevap olabilecek bir şeyler söyleyebilir.
Bizim dostluğumuz,
mahremiyetlerimizi bilebileceğimiz kadar hususidir. Özellikle Cemil Meriç'in
İzzet Tanju'dan gizlediği bir şeyi olmadığını sanıyorum. Cemil Hoca’nın
vefatından yıllar sonra kitap haline getirilerek basılan Jurnal'ler her şeyi ortaya
saçtıktan sona dahi Cemil Meriç'in dostları O'nun mahrem dünyasına büyük
bir sadakat, hürmet ve itina göstermişler, O’nun sırlarını muhafaza
etmişlerdir. Aslında bir başka açıdan şunu da söylememiz gerekir; Cemil
Meriç, sırlarını emanet edebileceği hakiki dostlar bulmakta da mahirdi.
Cemil Meriç
ile dostluk, sohbet, muhabbet, gerçekten bir mazhariyettir. Kahkahalar,
ince latifeler, nükteler, ortam uygunsa "ayıp" sınırlarının kalktığı
zevk ve şevk dolu konuşmalar... Nadir de olsa gök gürültüsünü andıran
kızgınlık patlamaları da Cemil Meriç'e çok yakışan hallerdendi.
Cemil
Meriç, çoğunlukla olağanüstü nezaketli, davranışlarında ölçülü bir
beyefendi idi. Ama dostlarını, yakınlarını üzmekten, hırpalamaktan da sakınmadığı
olurdu. Eğer böyle bir durum yaşanmışsa ardından hasara uğrattığı kim ise onun
gönlünü almayı da mutlaka başarırdı. Bazen, aile fertleri de dâhil olmak üzere etrafındaki
hiç kimsenin kendi yüksekliğine ulaşamadığı ve ulaşamayacağını acı içinde
görür, dışarılardan birilerini arayışa girerdi; böyle zamanlarda yakın
çevresinden kaçmak isterken, yakından tanıyıp bilmediği bazı kişileri iltifatlara boğardı. Ne yazık ki Hoca’nın bu
teşebbüslerinin belki de tümü akamete uğramıştır.
Asabileştiği bu anlarda
kırıcı da olabilirdi. En yakınındakilerle bile böylesi anlara ait acı olaylar
yaşamıştır. Fakat çok geçmemiş ve Hoca, Nedim'in " Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedîm" makamında gelip durmuş,
ailesi ve eski dostlarıyla baş başa kalmış ve haline şükretmiştir.
Eşi ve çocukları başta
olmak üzere diğer yakın dostlarını, sekreterlerini o kendine has
disiplinli, sert kurallara tabi çalışma ortamına çekip, bitmez tükenmez
mesailere mecbur etmesinin bugün muhasebesi yapıldığında taraflar
bakımından ortaya neler çıkar acaba? Kimler, neler kaybetmiş, kimler neler kazanmıştır?
Cemil Meriç, kudretli karakteriyle hayatındaki hemen herkesin kaderinde önemli ve
etkin bir rol oynamıştır.
Yakınları, hayatlarını
Onun çevresinde bir yerlerde kurmak zorunda hissetmişlerdir kendilerini. Bu
durumu, Onun âmâlığıyla, yani yardımsız yaşayamama durumuyla açıklayamayız. Evet,
O, gözlerinin görmemesi nedeniyle gören yakınlarından hiç şüphesiz yardım
alıyor ve bununla yaşayabiliyordu. Ama verici olma bakımından hep onlardan bir
adım ilerde, bir gömlek yukarda olmayı da başarıyordu.
Bununla birlikte mesela sâdık
dostu ve talebesi İzzet Tanju'nun, aslında İstanbul Üniversitesinde hukuk tahsil
ettiği, avukatlık ruhsatı edindiği, pek âlâ avukatlık, savcılık, hâkimlik
yapabileceği halde bir tek gün bile mesleğini icra edemediğini hatırda tutmamız
gerekecektir. Bu durum, İzzet Tanju ile eşi ve çocukları arasında hiç bitmemiş
bir gerginlik doğurmuştur.
Benzer bir durum kızı Ümit
Hanımın evlenip bir aile kurması konusunda da karşımıza çıkar. Babasının gören
gözü, elinin değneği olmaktaki kararlılığı Ümit Hanımın hususi hayatını tayin
eden en önemli unsur olmuştur. Yıllar boyu evlilik tekliflerine bigâne
kalmışlığı bundandır. Diğer dostlarının
da hususi hayatlarında olmasa bile en azından yazı âleminde yer almada,
kitaplar yayımlamada isteksiz, iştahsız davranmaları da yine Cemil Meriç’e
yakınlıkları ile açıklanabilir.
Bu “yakın”ların hepsi de
Cemil Meriç aralarından ayrılınca yazmayı, kitap neşretmeyi ancak akıl
edebilmişlerdir. İzzet Tanju, bunların en başında gelir; Hoca’sının vefatından hemen
sonra peş peşe telif, tercüme kitaplar yazmış ve yayımlamıştır.
Cemil Meriç'in
söylediklerini kaleme alanların, Onunla birlikte okuyup yazanların
kendilerine ait bir şeyler yazmaları elbette ki cesaret isterdi. Nitekim
bir kaç kez Onu ziyaret edip, sohbetinde bulunanlar, kısmen mesaisine
katılanlar, eğer kendileri bir yazar, bir fikir adamı olmak istiyorlarsa çareyi
Cemil Meriç’ten uzak durmada bulmuşlardır.
Sonunda Cemil Meriç,
kendini O’na feda edenler ve O’nda fena bulanlarla baş başa kalmıştır. İzzet
Tanju, bunun en önemli örneğidir. Bu bakımdan Cemil Meriç biyografyası
yazanların ilk yapmaları gereken şey, Cemil Meriç'e Onun dostları, mesai
arkadaşlarıyla işe başlamaktır. Bunlardan Fevziye Meriç, Cengiz
Aydın, Lamia Çataloğlu, İzzet Tanju gibileri bu dünyaya veda etmişlerdir.
Ama hayatta kalanlarla yapılacak çok şey vardır. Bu pencereden bakıldığında
Cemil Meriç hakkındaki en ciddi biyografi çalışmasına imza atan Dücane
Cündioğlu'nun çalışmasının önemli eksikler taşıdığını söylemem gerekir.
Sanırım Cündioğlu,
Meriç'in yakınlarıyla yaşadığı ve hâlâ varlığını sürdüren sıcak iklimi
tanımaktan, anlamaya çalışmaktan objektif kalabilme adına uzak durmuştur. Henüz
vakit geçmiş değil. Cündioğlu, hâlâ Cemil Meriç'in yaşadığı ve var olduğu
ortamı resmetme imkânına sahiptir. Kendince bunu yapmaya herhangi bir
gerekçe bulamıyor olsa bile âmâ bir adamın fikir dünyamızda gözleri gören
nicelerini kıskandıracak bir güce ve etki alanına ulaşmış olmasının sırlarını
Onu yakın dostlarıyla birlikte ele alarak çözebilir. Bu, Ümit Meriç’tir, Muhsin
Demirel, Cevat Özkaya, Dursun Gürlek, Mehmet Paksu ve M. Akif AK'tır. Burada
adını hatırlamadığım veya bilmediğim başkaları da mutlaka vardır tabii ki.
Sözün burasında bugüne
kadar çok dillendirilmemiş olan bir konuyu da kayda geçirmemiz gerekiyor. Önce
bir tespitte bulunalım. Cemil Meriç'in Fikir Âlemimizde ün yapmasına yol açmış
ilk kitabı Bu Ülke'dir. Bu Ülke'nin gün ışığına çıkmış ilk metinleri ise
Hisar'da yayımlanan “Fildişi Kuleden” yazılarıdır. Fildişi Kuleden yazıları ise
Jurnal'lerden seçilenlerin bir dergi sayfasında yer alacak şekle sokulmuş halleridir.
Peki Jurnaller nerden
çıkmıştır? İzzet Tanju, her biri tek nüsha olmak ve yayımlanmamak
şartı ile Jurnalleri yazmaya Cemil Meriç'i zorlamıştır ve sonunda O2nu ikna etmeyi başarmıştır. Hatta ilk
Jurnaller, Hoca'nın küfürlü naraları eşliğinde daktilo edilmiş ve kaçak bir
nesne gibi dosyalara konulup saklanmıştır. Jurnal yazılarında başlık yoktur. Bu
özellik, Hisar dergisine gönderilenlerin de başlıksız olmasının sebebidir.
Dergi'nin sahibi Mehmet Çınarlı, yazıların tamamının Fildişi Kule'den üst
başlığı altında isimsiz yayımlanıyor olmasını yayın esaslarıyla bağdaşmaz bulur
ve müelliften yazılar için başlık ister. Jurnaller Hisar'a
gönderilirken isimlendirilmeye başlanır.
Aynı
isimler, yazıların Bu Ülke'deki adları da olacaktır. Ayrıca Jurnal'lerin
sayısı artınca onları tekrar dönüp okuma ihtiyacı duyduklarında kolay
bulmak için de her birine birer isim takılması gerekmiştir. Hoca ile İzzet Abi,
jurnallere isimler koymaya başlarlar. Şimdi aynı süreci bir de tersinden
anlatalım.
1950'li yıllar. Hoca bu
tarihe kadar yaptıklarıyla toplumda bir karşılık bulamamıştır. İnadına yine
toplumda henüz hiç bir karşılığı bulunmayan bir işe girişir. İzzet Tanju ile
birlikte "Hind"i yazmaya koyulur.
İşkenceyi andıran
mesailer sonunda kitap biter, basılır. Ama Hoca'nın sesi boşlukta kaybolur
gider. Tam da bu esnada kaybolan başka bir şey vardır; gözleri. Türk Entelijansiyasının
taş kesilmiş vicdanı, kadirbilmezlik, ailevi sıkıntılar, maddi müzayaka ve
gittikçe ışığı sönen gözler...
Defalarca intihar etmeyi
düşündüğü yıllar. Onu, hayata ailesi ve çok yakın bir kaç dostu bağlar yeniden.
İşte İzzet Tanju tam da bu buhranlı zamanlarda O’nun yanındadır. Bu Cemil
Meriç’e verilmiş nasıl bir lütuftur, nasıl ortaya çıkmıştır; büsbütün
meçhulümüz… Hakikat şu ki; bir Lise öğrencisi hangi sâikle hareket ettiği bilinmez
bir şekilde bir yerlerden ortaya çıkmış ve Türk Tefekkür hayatında Cemil Meriç
gibi bir devin var olmasına baş koymuş, omuz vermiştir. Jurnallerden devam
edelim.
Nasıl olsa Hoca'nın dergi yazılarının,
kitaplarının, tercümelerinin yayınlanabileceğş doğru dürüst bir mecra
yok, o zaman Büyük Usta, hissiyatını, fikriyatını Jurnal halinde kaleme
döksün. Hiç bir yararı olmazsa bile Hoca'yı ruhen, kalben rahatlatacağı açıktır.
Fikir İzzet Tanju'ya
aittir. Cemil Meriç'in jurnal yazmaya isteksizliğini, hatta buna şiddetle karşı
oluşunun sebeplerinden birini tahmin edebiliyorum. Batı romanının
Hıristiyanlıktan çıkmış "itiraf" kurumundan doğduğunu sonraki
metinlerinde uzun uzadıya ele alacak olan Cemil Meriç, doğal olarak
"jurnal" ile "itiraf" arasındaki münasebeti de
bilmekteydi. "Mazlum bir dünya"nın (şarkın)
sözcülüğüne, mücahitliğine talip olan birinin "jurnal"den -kafes
ardındaki itiraflardan-uzak durması anlaşılır bir durumdur.
Ne var ki, Cemil Meriç'in
paradoksu da tamı tamına buradaydı. İzzet Abi'nin tanıklığıyla
"jurnal"e şiddetle karşı olan Hoca'nın çalışma masasının hemen
bitişiğinde yer alan rafta Fransızca'nın ünlü jurnal kitapları dizi
dizi yer almaktaydı. Bunlardan Sainte-Beuve'nin Günceler (Causeries du lundi, 15 Ciltlik ) i şu an
bile gözlerimin önünde. Neticede Fransız fikir ve edebiyat dünyası, Cemil
Meriç'in de, İzzet Tanju'nun da kana kana içtikleri pınarlarla doluydu.
Hülasa edecek olursak, Bu
Ülke, Cemil Meriç'in sonraki tüm kitaplarının tohumu ya da usaresidir. Her iki
niteleme de bakıldığı tarihi pencereye göre doğruluk payı taşır. Bir başka
deyişle Cemil Meriç'in "Hind"ten sonraki tüm telifatının
merkezinde "Bu Ülke" yer almaktadır. Bu Ülke
ise Jurnallerin kitaba dönüşmüş hâlidir. Jurnallerin nasıl ortaya
çıktığını ise yukarıda kaydettik.
Eğer Dücane Cündioğlu bu
bilgilerden haberdar olsaydı, Cemil Meriç biyografyasının dördüncü kitabını
da yazardı. Hem de İzzet Tanju ile beraber.
Kaderin garip cilvelerine
bakın. Bu Ülke ile başlayan kitaplar serisinde Osmanlı'yı, İslâm Medeniyetini
savunan Cemil Meriç, bu telifatının ilk tohumlarını tamamen Batıya mahsus bir
yazı türü olan Jurnallerde atıyor. Üstelik "jurnal" yazma fikri,
Hocasının Bu Ülke sonrası fikirlerine pek de iştiyakla bağlı olmayan bir
Cumhuriyet çocuğu olan İzzet Tanju'ya ait. O İzzet Tanju ki, evet beslendiği
kaynaklar nerdeyse tümüyle Batılı, ama diğer yandan da O, hayatını Hocasına
feda edecek ölçüde irrasyonel yaşamış, şarklı bir derviş.
Bir yanıyla aydınlanmacı,
diğer yanıyla aydınlanmanın asla algılayamayacağı kadar Osmanlı. Cemil Meriç
çalışacaklara en basitinden bir yol haritası çizmek gerekirse şunları
söyleyebilirim: Araştırmacılar, Cemil Meriç-İzzet Tanju ilişkisinin yukarıda
anlatmaya çalıştığımız genel geçer ölçülere göre kavranması zor boyutları ile
birlikte Cemil Meriç-Cengiz Aydın, Cemil Meriç-Berke Vardar, Cemil Meriç-Nur
Talebeleri ile dostluk ve arkadaşlıklarını da tahlil edecekler.
Rahmetli Cengiz Abi,
yüksek seviyede Arapça, Fransızca ve İngilizce bilen bir matematik âlimiydi.
İTÜ'de hocaydı. Vefatından kısa bir süre önce Kur'an-ı Kerim'i Fransızca'ya
tercüme etmişti. (Bir gün bir toplantıda bir aradaydık. Ona F. Capra'nın
Türkçeye tercüme edilen bir kitabından söz etme cüretinde bulundum. Küçücük
deri çantasından yazarın Fiziğin Taosu kitabının İngilizcesini çıkardı. Cengiz
Abi, böyle bir âlimdi.
Sıradan bir Müslüman
sofudan çok daha fazla dindar ve dinin icaplarına riayetkâr biriydi. Şer'i ve
fıkhi konularda hayli katı ve tavizsiz bir Müslüman olan Cengiz Aydın,
ibadetler konusunda çok noksanı bulunan Cemil Meriç'te ne bulmaktaydı ki âdeta
O'na âşıktı. Üstelik bu mahabbet aynısıyla O’na karşı Cemil Meriç'te de vardı. Araya zaman girip de bir süre görüşmemişler
ise Hoca, yahu bizim Cengiz nerelerde diye sorar dururdu.
İzzet Abi neden Cemil
Meriç’i yazmadı ve ben, ya da diğer dostları, mesai arkadaşları Cemil
Meriç'i neden yazamıyoruz? Sanırım hepimizin de sebepleri, gerekçeleri
aynı ama yine her birimiz bunların neler olduğunu tam olarak da bilememekteyiz.
Neyi nasıl yazacağız? Onun dünyasının dışına çıkarak ona bakamıyoruz ki!
Kitaplarına bakıp bir şeyler yazmayı düşünenler hep olacaktır, buyursunlar
yazsınlar. Ama biz Cemil Meriç'i yazdıklarıyla değerlendirebilecek yerde
durmuyoruz. Hayır, yanlış bir şeyler yazmaktan korkuyor, çekiniyor
değiliz. Ama biz Ona çok yakın olmuş kimseleriz. Bu işe nereden başlayacağımızı
asla bilememekteyiz. Hatıralar, derinlere gizlenmiş. Onunla görüşmelerimizde
not tutmamışız. Bunu kısmen Halil Açıkgöz yapmayı akıl etmiş ve bunları
kitaplaştırmış ki hâlâ biricik kitap olarak duruyor.
Öte yandan hem Cemil
Meriç'in yakını, dostu, öğrencisi, sekreteri olacaksın, hem de O'na
yakışan, onun beğeneceği bir şeyler yazamayacaksın. Cemil Meriç'e yakışanı
bulmamız ne kadar zordur, bir bilseniz. Çünkü O hâlâ delici nazarları, külyutmaz
edasıyla karşımızda bize bakıyor. Bu kadar zor beğenen, kılı kırk yaran bir
adama tutup kendini anlatacaksınız ve O size bakıyor olacak. Bununla birlikte
Hocaya kaside türünden şeyler yazmak da yapabileceğimiz bir şey değil. Bütün
düşüncelerinin sorgu sual bilmez takipçileri de değiliz. Evet, övgüye, iltifata
aç biriydi ve öyle ayrıldı aramızdan. Kendisine bir kaside yazılmasından şüphesiz
çok da mutlu olurdu. Ama Onu sadece öven bir şeyler karalamak da Cemil
Meriç mektebinde okumuş kişilere yakışmazdı.
Vefat sebebiyle bu dağınık his ve fikirleri okuyucu ile paylaşmama vesile olan İzzet Tanju’ya bir kere daha Allah’tan rahmet diliyorum.
UMRAN, Sayı 319, Mart -2021
Etiketler: cemil meriç, engiz aydın, izzet tanju, Jurnal, mehmet akif ak, ümit meriç
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa