21 Ağustos 2018 Salı

“KÂİNATA MENSUP OLMAK”


                                                                                           Mehmet Akif AK


            Son aylarda, -son bir kaç yıldır deseydim daha doğru olurdu- okuduğum en önemli kitaptan söz etmek istiyorum birazcık. Fritjof Capra’nın“Kâinata Mensup Olmak” (*) kitabından...
            İnsan Yayınları’na ve Kitabın mütercimi Mücahit Bilici’ye teşekkürler. Ne varki “Çevirenin Sunuşu”nun son paragrafına itibar etseydik bu kitabı okumayı en azından bir süre erteleyebilirdik. Mücahit Bilici şöyle diyor:
            “Velhasıl, Doğudan gelen mütevazi ışıklar, Batının o sert yüzüyle karşılaşınca titrekleşiyor ve deldiği karanlığın rengine boyanıyor; müphem, muğlak, ama samimi. Her şeye rağmen izlemeye değer bir arayış.”
Farkında olmadan, hem Doğu’ya, hem de Batı’ya yapılmış bir haksızlık; üstelik yeterli dayanakları bulunmayan o ünlü, şifa bulmaz  özgüvenimiz... her şeyin aslını, esasını biz biliriz; Batılılar, olsa olsa gerçeklerin ancak kıyılarında dolaşabilirler!.  Ama biz, sanki ülkemizde bu kitabı aşmış sayısız telif eser yayınlanmışçasına varılan bu küçümseyici  yargıya aldırış etmeden hemen Kitaba daldık. Daha ilk sayfalarda tefekkürün zirvelerinde dolaşan çok ciddi bir beyin ve gönül mesaisiyle karşı karşıya olduğumuzu anlamakta gecikmedik.
            Kitabın konuları kadar ilginç bulduğumuz bir kurgusu da var. Önce bundan sözetmek gerekir.
            Kitap, üçlü bir söyleşi tarzında düzenlenmiş. Fritjof Capra, David Stedl-Rast ve Thomas Matus, kitap boyunca bizlere tam anlamıyla bir entelektüel ziyafet sofrası sunuyorlar. Dolayısıyla her ne kadar kitap, kapağında yalnızca Capra’nın adını taşıyorsa da aslında bu üç kişi tarafından yazılmış oluyor. Kitabın muhtevasına geçmeden önce kısaca yazarlarını tanımakta yarar var.
            Fritjof Capra, Türk okuyucusuna yabancı bir isim değil. “Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası” (İnsan Yayınları)  ve  “Fiziğin Taosu” (Arıtan Yayınevi) adlı kitapları, daha önce tercüme edilmiş ve konuyla ilgili herkesin ilgisini çekmişti. Capra,  Fizik’te tartışılmaz bir otorite; Fizik bilimi tarihinde hep anılacak büyük bir üstad. Bilim hayatına Viyana’da başlayan Capra,  Paris, Califonia ve Standford başta olmak üzere pek çok dünya üniversitesinde dersler verdi. Yazdıkları ve söyledikleri hep tartışılan, gündem açan bir filozof-bilim adamı olarak anılmaya başlandı. Bilimde Pozitivizmin yaklaşık üç asırlık kaba hükümranlığına son veren filozof-alimler grubu içinde önemli bir isim olarak yerini aldı. Bildiğimiz kadarıyla halen yaşıyor ve çalışmalarını sürdürüyor. Şimdi O’nu dinleyelim:
            “Ben, bir Katolik olarak yetiştim. Daha sonra çeşitli nedenlerden dolayı Katoliklikten uzaklaştım. Doğu dinleriyle çok fazla ilgilenmeye başladım. Modern bilimin, özellikle de benim alanım olan Fiziğin teorileri ile Hinduizm, Budizm ve Taoizmin temel düşünceleri arasında çarpıcı paralellikler buldum. Bu keşif, aynı zamanda güçlü bir kişisel dönüşümle bir arada oldu. Zaten spiritüal biri idim; spiritüal bir aileden gelmiştim. Böylece Doğu maneviyatına yöneldim. Yıllar sonra her üç gelenekten -Hinduizm, Budizm ve Taoizm’den- etkilenen bir manevi yol ortaya çıkardım.”
            Diğer  konuşmacılar, iki rahip. İki Benediktin rahibi.
David Stedl-Rast, tanımadığımız biri. Kitapta kendi ağzından kendisiyle ilgili anlattıklarını  özetleyelim. “Ben işe bir sanatçı olarak başladım. Bu, benim hayattaki ilk aşkım ve ilk ilgimdi. Daha sonra ilkel sanatlar ve çocuk sanatlarıyla ilgilenmeye başladım. Böylece ilgim yavaş yavaş psikoloji ve antropoloji alanına kaymaya başladı. Doktoramı psikoloji üzerine yaptım. Sanat ve psikoloji eğitimi aldıktan sonra rahip oldum.” David’ in Kitapta yer alan bir hatırasını çok ilginç bulduk. Aktaralım:
“New York’taki Pacificia Radyo İstasyonunda mükemmel bir program hazırlayan Lex Hixon bir seferinde benden Hıristiyanlık hakkında konuşmamı istemişti. Bir kişinin tek başına Hıristiyanlık hakkında konuşmasının bana gülünç gelen bir şok olduğu cevabını verdim. Eğer gerçekten Hıristiyanlığın ne olduğunu dinleyicilerinize iletmek istiyorsanız, bilin ki bu bir cemaat olayıdır. Eğer bir grup insanı radyoda bir araya getirebilirlerse, onlarla birlikte oturup, ekmek kesip sohbet ederek, birlikte cemaatin ne olduğunu anlatabileceğimiz önerisinde bulundum. Ve bunu yaptılar. Zaman sınırlaması da olmadığı için konuştukça konuştuk. Radyo istasyonu, bu programı dinleyicilerden gelen aşırı talep üzerine defalarca yayınladı.”
Söyleşinin üçüncü kişisi rahip Thomas Matus da bilmediğimiz bir isim. Şimdi de O’nu dinleyelim: “Ben, bir Katolik olarak yetiştirilmedim. Aslında  kurumsal anlamda hiç bir dine göre yetiştirilmedim. Annem ve babam çok güçlü bir dini eğitimle büyümüşler. Ama ben doğduktan sonra dinin kurumsal biçimlerinden vazgeçmişler. Bu nedenle herhangi bir dini pratiği telkin etmeden, beni maneviyat yoluna teşvik ettiler. İlk gençlik yıllarımda İncil okumuş, Pazar okuluna da gitmiştim. Benim yetiştiğim zamanlarda annem, New Age literatürü ve Doğu Felsefesi okuyordu. İlk gençlik yıllarımda biraz İncil okumuş ve Pazar okuluna gitmiş idiysem de Hinduizm ve Budizm’i keşfetmiştim ve bana doğru gibi gelmişlerdi. Aynı zamanlarda teorik fizikle ilgilendim, Relativite ve Kuantum Mekaniği üzerinde çalıştım. Yeni fiziğin maneviyatla irtibatlandırılması gerektiğini far kettim. On altı yaşımda iken mutlaka bir rahip olmam gerektiğine kendimi ikna etmiştim. Ama bir Hindu rahibi mi olacaktım, yoksa bir Hıristiyan rahibi mi olacaktım, bu hususu netleştirmiş değildim. Sonunda Camaldoses rahiplerine katıldım; tabi ki bu durum benim geleneksel Hıristiyanlığımın sonu oldu. Ama hala cevaplanmamış sorularım vardı. Bereket versin, Los Angeles yakınlarındaki bir manastırda yaşayan bir Çinli Benediktin rahibi, bana diğer dinlerden öğrendiğim şeyleri reddetmem gerekmediğini salık verdi.”
İşte bu üç önemli adamın imzasını taşıyan “Kainata Mensup Olmak”,  din, teoloji ve bilim konularında geçmişe ait ve günümüzde tartışılmakta olan en esaslı sorunlar hakkında yoğun bir entelletüel mesaiyi ihtiva ediyor. Mesela din ile bilim konuları karşılaştırmalı bir biçimde 19. Yüzyıl Avrupa’sında da uzun boylu tartışılmıştı. Bu tartışmaların ülkemize taşınan serpintilerini de hatırlayalım. Fakat o tarihlerde tartışma bir dogma şeklinde benimsenmiş olan pozitivist bilimin gölgesinde yapılmaktaydı.
 Bir tarafta bilimin geldiği bu aşamadan sonra artık dine yer kalmadığı, bilimin dini iptal ettiği iddiaları iyice yaygınlaşmıştı. Öte yanda bunun karşısında, dinin aslında bilime uygun olduğu türünden cevaplar geliyordu. Her durumda pozitivist bilim anlayışı merkezde yer alıyordu; din ise çevrede ona tutunarak ayakta durmaya çalışıyordu.
 Bu kitap belki ilk kez değil ama, derli toplu olarak bu tür tartışmalarda esaslı bir biçimde dini yeniden merkeze taşıyor. Daha doğrusu sorunu insanın evrenle ve Allah’la iletişimi ve münasebeti çerçevesine oturtmayı başarıyor.
İman, teslimiyet, ait olmak, evrenle bütünleşmek, Yaratıcı’yı hissetmek ve düşünmek... Bilimsel çalışmanın amaç ve araçları... Bunlar, Kitabın ana konuları. Detaylarda ise dinlerde, özellikle Hıristiyanlıkta, bilimsel çalışmalarda yaşanan sapmalar, yozlaşmalar  ele alınıyor.
 Kitap, dinde ve bilimde yeni bir paradigma değişikliğinin şart olduğu fikri üzerine inşa edilmiş. Yazarlar, çok yeni ve ilk kez bir şey keşfetmiş oldukları iddiasında değiller. Onlara göre de çoğu zaman doğru olan, ilk baştakidir. Dinde ve bilimde bozulmalar ve tahrifat, daima sonradan ortaya çıkmıştır. Fakat yeni paradigma değişimi, eskinin aynen tekrarı şeklinde olmayacaktır. Ana ilkeler, değişmezler sürekli aynı kalacaktır. Bu değişim olgusu, eskilerin yerine yeni dogmalar koymak hareketi değildir. Değişiklik, insanın evren ve Yaratıcı karşısındaki konumunun yeniden tanımlanması şeklinde olacaktır. 
Bu kitapla bir kez daha anlıyoruz ki, din ve bilim hakkındaki telakkilerimiz, dahası bunlar karşısındaki bizzat bizim kendi konumumuz, evrenin içindeki yerimiz, Yaratıcı ile münasebetimiz ile ilgili inanç, kanaat ve düşüncelerimiz  tepeden tırnağa değişmeye başlamıştır. İçimizde ve dışımızda bilim adına, din adına edindiğimiz putlar, sözüm ona gerçek adına uydurduğumuz yalandan ve hayalden ibaret binalar, kurumlar birer birer çökmektedir. Din, bilim, felsefe ve hikmetin  ayrılmaz bütünlüğü yeniden keşfedilmeye başlanmıştır. Bu aynı zamanda insanın yeniden doğuşudur. Bu vadide ilk söz hakkı hiç şüphesiz Batılıların olacaktı. Bu, bir hak olduğu kadar bir sorumluluktu da. Batı, insanlık adına tüm dünyaya ve evrene çok pahalıya mal olmuş bir deneyi en yoğun biçimde şahsında yaşamıştı. Çıkış yolunu aramak da öncelikle onun göreviydi. Nitekim onlar da, gereğini yapıyorlar. Kitap, aynı zamanda böyle bir sorumluluk anlayışını da sergiliyor. 
Kısacası “Kâinata Mensup Olmak” din ve bilim adına insanla Allah arasına konmuş sayısız engeli ortaya koyuyor ve bunlardan kurtulmanın yollarını araştırıyor. İmanı, insanı, evreni yeniden tanımlıyor; Allah’ı anlama sürecini kavramaya çalışıyor. Okuyalım... Tuzağına düştüğümüz saçma sapan medya gündemlerinden paçayı kurtarabilirsek tabi... 

(Sözleşme Dergisi, 1997)

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa