21 Ağustos 2018 Salı

HER YASAK BİR HAKİMİYETİN SEMBOLÜ




Mehmet Akif AK




Yasak, ardında bir müeyyide sahibi varsa işler.
Yerli oligarşi halka yasak koymaya cüret ediyorsa bilmeli ki, bu yasağın asıl faili dışarıdadır. Yasak koyanın yaptırım gücüne göre yasaklara uyulur; aksi halde yasak, bir temenni olarak ortada kalır. Müeyyide ise dönüp dolaşıp silaha, teşkilatlı güvenlik gücüne yaslanır. Hiçbir yerli oligark, dışarıdan destek almadan halkın hakkından gelemez.
Evdeki yasakları ebeveyn, daha da çok baba koyar. Babanın yasağı uygulamak için müeyyide gücü vardır. Bu güç, ailenin geçimini sağlama sorumluluğuna dayanarak meşruiyet kazanır.
Yaratan, yaşatan, yeryüzünün bin bir türlü nimetini yarattıklarına tahsis eden Allah da “yasak”lar koymuştur. Bu yasakların ihlali için uygulanacak cezalar, asıl olarak ahirete bırakılmakla birlikte, bu dünyaya ait, sosyal düzenin korunmasına katkı sağlayıcı müeyyideler de bulunmaktadır.
Her biri bir müeyyideye dayandırılmış yasaklar, ancak güç sahiplerince konulur. Bunlara uyulur veya uyulmaz; çoğu zaman yasağın ardındaki güç ortadan kaybolduğunda yasaklar da kâğıt üstünde kalır. Görülüyor ki “yasağın” teolojik, psikolojik, sosyolojik ve felsefi boyutları üzerinde uzadıya durulabilir. Ama biz burada “yasak”ların daha öznel bir boyutuna işaret etmek istiyoruz.
Kim tarafından konulursa konulsun, her yasak bir hâkimiyetin sembolüdür. Yasak koyanlar, yasak kapsamındaki insanlar üzerindeki mutlak saltanatlarını, efendiliklerini göstermek isterler. Hatta çoğu zaman bir yasak, münhasıran ardındaki gücün hâkimiyetinin ispat edilmesi, tescillenmesi amacıyla da konulmuş olabilir. Bu bağlamda, yasağın ne olduğu, nasıl ve ne süreyle uygulanacağı bile önem arz etmeyebilir. Yasak Koyucu, yasağın muhataplarına, onların gündelik hayatlarının sınırlarını ve biçimlerini düzenleme gücüne sahip olduğunu göstermek, unutulduysa bunu hatırlatmak ister.
Bu durum, teorideki devlet-vatandaş ilişkisinin efendi-köle esasına dayalı bir rejime dönüşmesi anlamına gelir. Sadece efendiler, herhangi bir hukuki çerçeve bulunmaksızın kölelerinin tüm hayatları üzerinde tasarruf hakkına sahip olabilirler. Efendiler, kölelerinin gecesine-gündüzüne, yemesine-içmesine, giyimine-kuşamına mutlak anlamda hâkimdirler. Efendiler, köleleri adına da düşünür, onların kararlarını verirler. Bir kölenin öldükten sonra çocuklarına bırakabileceği yegâne miras, köleliktir. Kölenin çocuğu, köle doğar.
Günümüz dünyasındaki Oligarşik-Totaliter siyasi yapılar, geçmişin efendi-köle sistemlerinin modern devletlere nüfuz ederek varlıklarını sürdürdükleri mekanizmalardan ibarettir. Bu rejimlerde, vergi veren, askere giden vatandaşlar, bu görevlerini köleler olarak ifa ederler, devletten bu hizmetlerin karşılığında hizmet bekleme hakları bulunamaz. Efendi Devlet, köle vatandaşının hem geçimini sağlamaz, ona başını sokacağı bir yuva bağışlamaz, hem de ondan mutlak itaat ister. İşte modern “Efendi Devletin” geçmişin Efendisinden ayrıldığı temel özelikler tam burada ortaya çıkar. Geçmişin Efendisi, kölenin yatacağı yeri ve yiyecek-içeceğini, güvenliğini garanti ederdi. Günümüz Efendi Devleti ise, asla bu garantileri vermeden, kölelerinden kölelik gereği verilecek tüm hizmetleri eksiksiz bekliyor.
Günümüz efendilerinin, kullarına-kölelerine koydukları yasaklar, birer hükümranlık bayrağıdır aynı zamanda. Çünkü “yasak”, yalnızca hükümranların hakkıdır. Efendiler, bu genel geçer kurala yaslanarak, kölelerine güç gösterisinde bulunur, her adım başı kendilerini hatırlatırlar. Konulan yasakların bir mantalitesinin, rasyonel bir sebebinin, hukuki gerekçesinin ya da karşılığının bulunması gerekmez.
Elbette ki yasak, bir ülkedeki yerli oligarkların, hâkimiyetlerini kanıtlamakta kullandıkları bir araçtan ibaret değildir. Hiçbir yasak, sadece içerdeki güç merkezlerinin iradesine dayanılarak konulup devam ettirilemez. Yasak, bir büyük ülkenin sömürge statüsünde tuttuğu ülkeler üzerindeki hükümranlığının ispatı amacına da hizmet ediyor olabilir.
Doğuda veya Batıda olsun, tarih sahnesinde yer almış saltanatlar, krallıklar, eğer bir başka devletin kuklaları değillerse iktidarlarını daha uzun ömürlü kılmak için tebaaya iyi davranma zorunluluğu duymuşlarıdır. En şiddetli mutlakıyet rejimi bile halkın gönlünü hoş tutmak ister ve onların çoğunluğunu taciz etmeyi göze almaz.
Tebaasını mahkûm, kendini de gardiyan olarak gören hiçbir saltanat, kalıcı olmamıştır. Her saltanat, dinden, gelenekten, törelerden kaynaklanan bir meşruiyete dayanma çabası içinde olur. Meşruiyetini, kendi halkından ve tarihinden alan saltanatlar ise tebaaya toplu cezalar, yasaklar koymak gibi akılsızlıklar yapmazlar.
Var oluşunu büyük güçlerin garantilerine sigorta ettiren sureta bağımsız devletlerde ise “yasak” koyma ve kaldırma iradesi bu büyük güçlere aittir. Yasaklar, bu ülkelerde, yerli oligarklar kadar bağımlı bulunulan büyük güçlerin hükümranlıklarının da sembolü olurlar.
Toplumun emperyalizme karşı duyarlı kesimleri, nüfusları ne olursa olsun dışarıdan dayatılan yasaklara muhatap kılınarak “boyun eğme”ye alıştırılmak istenir. “Hür” vatandaşlar olarak yaşamak isteyenlere “kölelik” öğretilir, bu yasaklarla.
Yasaklar, “toplumun ilerlemesine, gelişmesine karşı çıkan cahil yığınları terbiye etmek” gibi içerden bir meşruiyete dayandırılmağa çalışılsa da asıl sebebin, dışarıda abluka kurmuş büyük gücün, bunu içeriye taşımak istemesi olduğu çok geçmeden anlaşılır.
Halk çoğunluğunun huzuru, refahı, hak ve hürriyeti, büyük güçlere entegre olmuş yerli oligarşinin asla umurunda değildir. “Cahil çoğunluk”, doğruyu yanlıştan ayıramaz. Ülkenin ve insanlarının yararının nerede olduğu, sadece oligarşinin bilgisindedir.
Oysa dünyanın efendilerinin yerli oligarklar vasıtasıyla uygulamaya koyduğu her yasak, aslında tebaanın köleliğe direnen kesimlerinin uysallaştırılması, evcilleştirilmesi, direniş ruhu ve hissiyatının törpülenmesinden başka bir amaca hizmet etmez. Bu satırları okuyan her okuyucunun aklına tarihten pek çok örnek gelivermiş olabilir. Birlikte hatırlayalım.
Sultan II. Mahmut ve Rus Çarı Deli Petro’nun kılık kıyafet yasakları, her iki ülkede de toplumsal dokuyu, savunma reflekslerini törpülemiş ve bu ülkeleri iç ablukalara açık hale getirmiştir.
Hiç kimse “Türkçe Ezan” dayatması ve bu çerçevede konulan yasakların, Müslüman ahalinin “ihtiyaç”larından kaynaklandığını savunamaz. Peki, halkın ihtiyaçları ve menfaatleri ile örtüşmeyen hangi yasak halka hoş görünmeye mecbur bulunan yerli yöneticilerin tasarısı olabilir? Açıktır ki bu yasaklar, yerli oligarşinin ve arkasındaki gücün hâkimiyetinin ispatıyla yakından ilgilidir.
Sadece Nazım Hikmet, Necip Fazıl, Bediüzzaman Said Nursi ve Nihal Atsız isimleri bile bu yolda zihnimizde sayısız çağrışım yaptırmaya kâfidir. Türkiye, hangi uluslararası güce yakın durmuşsa, ülkede onun muhaliflerini ezmek gibi yüz kızartıcı suçları çok işlemiştir. “Yasaklar Tarihimiz”e bir de bu açıdan bakan herkes, sayısız malzeme bulmakta hiç zorlanmaz.
Bir ülkenin büyük çoğunluğuna rağmen konulan yasaklar için dışarıdan fail ve gerekçe aramak, olayı kavramanın vazgeçilmez yöntemidir. Dışarıdan güç ve destek almayan yerel oligarşi, halkının tümünü karşısına alma anlamına gelen yasaklar koyamaz. 2007


Etiketler: , ,

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa