21 Ağustos 2018 Salı

KUTSAL TOPRAKLARDA “TARİHİN” VE “İNSANLIĞIN SONU”

                                          Mehmet Akif AK

NOSTRADAMUS’UN HAYALETLERİ
Beyaz Saray’ın Baş Kâhini  Müneccimbaşı Fukuyama, yıllar önce Zalim Kralının arzusu ve iradesi ile, yer kürenin ve üstünde meskûn insanların istikbalinin ne olaca­ğına dair şöyle bir tarassutta bulunmuş ve gözlemlerinin sonucunu, Kelle Uçuran Kralına  meş’ûm bir müjde ha­linde şu şekilde dile getirmişti.
“Tarihin Sonu!” geliyor, “Beyazlara üzerinde yalnızca kendilerinin yaşayacağı ve hakim olacağı bir dünya muştuluyorum.”
Müneccimbaşı’nın ağzından sanki söz değil, kan ve ateş fışkırıyordu. Bütün dünyada eli kalem tutan ve okuyan hemen herkes, bu kehanet üzerine düşündürüldü ve bu kehanet üzerine sayısız yayın yaptırıldı.
Beyaz Saray’ın bir diğer müneccimi  Huntington ise bir başka meş’ûm kehanette bulundu. Akmakta olan ve daha da akacak olan insan kanı, O’na büyük bir zevk veriyor olma­lıydı; hazret, ölüm sahnelerini tiyatro izlere gibi seyretme iştiyakıyla “Medeni­yetlerin Çatış­ması”ından haberler verdi. Bu kehanet de kısa sürede dünyaya ezberletildi.
Yeni Kâhinler, “mücrim” insanların törenle aslanlara fırlatıldığı arenaların kıdemli seyircile­riydiler. Bu arenalarda köleler, birbirlerini boğazlıyor, böylece devletin sırtındaki yükü hafif­letiyorlardı. Nostradamus’un çağdaş hayaletleri neo-Kâhinler, bu mezbaha sahnelerini, Şeref loca­sında taş yürekli, kuş beyinli kralları’nın sağında ve solundaki yerlerini almış olarak, ağızlarından sular akıta akıta izliyorlardı. Kral ailesi ve kâhinler, kölelerin aslanlarca parçalanışını ve bir birlerine kılıç vuruşlarını zevkten çıldırmış halde alkışlıyorlardı. Kölelerden her birinin canını teslim ettiği son demde ise gürûh, vahşi tat­minlerinin doruğuna yükseliyordu.
Çağdaş Nostradamus’lar, “tarihin sonu” türündenkehanetlerinin gerçekleşmesi için özel gayretlere giriyor, hayatı zorluyor, tabiata müdahale ediyor, hazırlanan komplolarda, yürütülen operasyonlarda roller alıyor, böylece kehanetlerini bizzat kendileri gerçekleştiriyor­lardı; tıpkı beş asır önce yaşamış üstadları gibi(*). 
“Tarihin Sonu”, şimdi “İnsanlığın Sonu” olmuştur.  
Kimse “tarihin sonu” ve “mede­niyetler çatışması” türünden kehanetlerin birer şifre olduğunu tahmin etmemişti. Şimdi artık herkes şunu öğrendi. “Tarihin Sonu” gibi futurist (geleceği okuyucu) retorikler, birer kehanet değil, operasyonel senaryolardı. Ancak Afganistan ve Irak işgali, gaflet uykula­rını bölebildi; çünkü Filistin arenasında her gün canavarlara yem olarak verilen yaşlı, kadın ve çocuk kurbanların canhıraş feryatları, elli yıldır keçeleşmiş vicdanlarda herhangi bir yankı bulmaya yetme­mişti. Şimdi ise Fukuyama, Huntington, Richard Perle v.b. cehennem senaryocularının ne idükleri meydana çıkmıştır.
 
TEVHİDİN KUTSAL MEKANLARININ
KALBİNDEKİ HANÇER

Filistin, Tevhid dininin ana rahmi.
İbrahim’in, İshak’ın, Yusuf’un, Davud’un, Musa ve İsa’nın doğdukları, yaşadıkları, öldükleri toprakların adıdır Filistin. Âlemlerin Rahmeti’nin ve Tevhid Dininin son mü’minlerinin ilk kıblegâhları buradadır. Yüce Yaratıcı, son mesajında şöyle buyuruyor:
“Biz, Kitap'ta İsrailoğullarına: Sizler, yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınız ve az­gınlık derecesinde bir kibre kapılacaksınız, diye bildirdik.
            Bunlardan ilkinin zamanı gelince, üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı gönderdik. Bun­lar, evlerin arasında dolaşarak (sizi) aradılar. Bu, yerine getirilmiş bir vaad idi.
            Sonra onlara karşı size tekrar (galibiyet ve zafer) verdik; servet ve oğullarla gücünüzü arttırdık; sayınızı daha da çoğalttık.
            Eğer iyilik ederseniz kendinize etmiş, kötülük ederseniz yine kendinize etmiş olursu­nuz. Artık diğer cezalandırma zamanı gelince, yüzünüzü kara etsinler, daha önce girdikleri gibi yine Mescid'e (Süleyman Mâbedi'ne) girsinler ve ellerine geçirdikleri her şeyi büsbütün tahrip etsinler (diye, başınıza yine düşmanlarınızı musallat kıldık).
            Belki Rabbiniz size merhamet eder; fakat siz eğer yine (fesatçılığa) dönerseniz, biz de sizi yine cezalandırırız. Biz cehennemi kâfirler için bir hapishane yaptık.”  ( İsrâ, 4-8 )
            Tevhid Dininin son şekli İslâm gelene kadar bu bölge aralıksız kanlı savaşlara, boğuşmalara sahne oldu. Yahudiler, yukarıdaki ayetlerde de anıldığı üzere defalarca katliama uğradılar, mabedleri yıkıldı.
Hz. İsa’dan sonra ise bu kerre Yahudiler, Hıristiyanlara korkunç zulümlere giriştiler. Roma krallarını ve valilerini kışkırtarak tam üç asır boyunca Hıristiyanları böcek ezer gibi ezdiler. Ama sonunda galip gelen Hıristiyanlıktı. Sistem, tersinden işlemeye başladı ve bu defa da Hıristiyanlar, Yahudileri, çiğnediler, darmadağın ettiler.
Ne zaman ki İslâm bölgeye hakim oldu, bölge barışla tanıştı. Böylece İslâm’ın Tevhid dinini hayata geçireceği fiziki mekân da hazırlanmış oldu.
Tevhid Dinin yegâna tecelligâhı Filistin toprakları olabilirdi. Dünyanın başka hiçbir mekânının, üç büyük dini bir mekanda buluşturma, yan yana getirme şansı yoktu. Kudüs’ün kıblegâh edinilmesinden başlayarak Müslümanlar, her zaman bu İlâhi maksadın derin şuurunda oldular ve bölgeyi can, mal, din, mezhep güvenliği bakımından mutlak bir barış mekânı haline getirdiler.  
Bugün Filistin, tarihte bu misyonu bin dört yüz sene sırtında taşımış olmanın bedelini ödüyor ve bölgede her olay bire bir şekilde Kur’an-ı Mecid’in haber verdiği şekilde gelişiyor.
Eğer Müslümanlar orada olmasaydılar, Filistin topraklarında Yahudilere ve Hıristiyanlara ait bir tek iz kalmazdı. İbrahim, Musa, İsa (a.s.) geleneğinin bu topraklardaki izlerini sadece İslâm ihya edip yaşatabilirdi ve aynen böyle de oldu.

YAHUDİLER, YİRMİNCİ YÜZ YILA İSLÂM’IN MÜSAMAHASI SEBEBİYLE GELDİLER     
Dünyanın hiçbir coğrafyasında, etrafı Hıristiyan ülkelerle çevrili bir Yahudi devletine izin verilmezdi.
Hatta “Siyonizm”, her ne kadar dini kaynakları referans gösterse de gerçekte  Avrupa icadı bir ideolojidir. Bu ideolojinin nihai hedefi, Yahudilere bir devlet temin etmenin çok ötesindedir.  Nihai hedef, Avrupa’nın tarihi seyrini ve dengelerini bozacak ölçüde maddi güç ve nüfus yoğunluğuna ulaşmış Yahudilerden Avrupa’yı kurtarmaktı. Böylece Avrupalılar, bir taşla bir yığın kuş vurmuş oluyorlardı. Şöyle:
1. Filistin’e göçler, Avrupa Yahudiliğinin gücünü kıracaktı.
2. Bölgeye yeteri kadar Yahudi yerleştikten sonra, Hıristiyanlarla Yahudiler arasındaki “kadim düşmanlık” ve “kan davası”, “Müslüman-Yahudi düşmanlığı”na ve yeni bir kan davasına tahvil edilecekti.
3. İslâm’ın, Hz. İbrahim’den başlayarak, Peygamber Efendimiz’e gelene kadarki tarihi serüvenine tanıklık etmiş mücevher değerindeki sembollerle dolu bu topraklarda, Müslümanların bir kere daha tayin edici rol üstlenerek Dini barışı sağlaması imkânsızlaştırılacaktı.
4. İnsanlar, 20. yüzyılın hemen başlarında gelişen ve Hitler’le zirveye çıkan Avrupa’daki Yahudi düşmanlığı dalgasının, bilinen tarihi nedenlerden başka sebeplerinin de bulunmadığını mı sanırlar? Bu rüzgâr karşısında, bir Almanya’da değil tüm Avrupa’daki Yahudiler, nereye kaçabileceklerdi? Elbetteki sadece dini nedenlerle verimsiz toprakları, susuz çölleri vatan edecek değillerdi. Avrupa’da gördükleri tazyikin, zaten Teodor Herzl’den beri vatan olarak hazırlanmakta olan Filistin’e göç dalgalarına yol açacağı aşikârdı. Bunu önleyecek ne bir Sultan Abdülhamid, ne de güçlü bir Türkiye vardı. İsrail devletinin, İkinci Savaş’tan hemen ardından kurulması tesadüf değildir. Pakistan İslâm Devleti de aynı yıllarda, bu ahlaksız operasyona karşılık Müslümanların rüşveti olmuştur.
Şimdi artık sorabiliriz:
“Siyonizm, bir Avrupa ideolojisi olduğuna göre, Teodor Herzl’in de Kayser Wilhelm’in adamı olduğu yolundaki iddialar, doğrulanmak için başkaca delil ister mi?                                                                                                                                                                             
 Mayıs 2004-Ümran


-------------------------------------------------------------------------------------------------------
(*) Nostradamus (1506-1566), Elyse Sarayına kapılanmış bir müneccim ve hekimdi. Daha da önemlisi saf kan bir Yahudi idi.  Fransa Kralı IX. Charles ve naibi Catherine de Medicis’e hizmet sunu­yordu. Geleceğe ilişkin kehanetleriyle temayüz etmişti. Meş’ûm kehanetleri kan, ateş ve ölüm koku­yordu. Nostradamus, hayatta iken ileri sürdüğü herhangi bir kehaneti, şayet haber verdiği tarihte gerçekleşmezse, bizzat harekete geçiyor ve Vahşi Efendileriyle birlikte kehane­tini kendisi gerçekleşti­riyordu. Bu vahşi adam için insanın hayatı değil, kehanetinin gerçekleşmesi önemliydi. Mesela, filan tarihte çıkacak bir yangınla yok olacağını haber verdiğiPouzin şehri, günü gelip de söylediği tarihte yanmayınca, bizzat Nostradamus ve hempaları, Pouzinşehrini kundaklaya­rak yakmış ve yok etmişlerdi.  Yahudi Kâhin, hamisi de Medicis ile birlikte Orta Çağın en büyük din katli­amını da gerçekleştirmişti St. Bartelemous Katliamı olarak tarihe geçen toplu cinayetlerde, Pro­testan Fransızların kökü kazınmış, on binlercesi öldürülmüş, kalanı da ancak Katolik olarak yakayı kurtarabilmişti.

Etiketler: , , , ,

YARGIÇLAR VE DEVLET ERKİ



                                      Mehmet Akif AK

Yüksek Yargı Başkanlarının yıllık kuruluş yıldönümü konuşmalarında manifesto yayınlamaları, sanırım bu ülkeye mahsus bir gelenek haline gelmiştir. En az 40 yıldır bu gelenek sürmektedir.
Başkanlar, çoğunlukla siyasi mesajlarla yüklü manifestolarının ciddi gündemler oluşturacağının farkında olarak yaparlar konuşmalarını. Hiç şüphesiz konuşmanın ardından keyifle ve zevkle medyayı takip ettiklerini, “vay be, meğer ne yapmışız?”dediklerini ve aralarında bir “tebrikleşme” trafiği yaşadıklarını tahmin etmek zor değildir. Münhasıran siyasal iktidarı “terbiye etme”, “azarlama”, “hizaya sokma” çerçevesinde yapılan bu konuşmalar nedeniyle demokrasiyi hazmetmemiş muhalefet partileri ve diğer muhalif odaklardan da “aferinler” almakta oldukları açıktır.
Yüksek Yargı Kurumu Başkanları ve hukuki mahiyeti tartışmalı halde bulunan bir Yargı Derneği temsilcisinin günübirlik beyanatlarla Yargıyı siyasi tartışmaların göbeğine oturtmaları ise sürece yeni bir ivme kazandırmıştır.
Bu Yargı mensubu zevatın onlarca yıllık konuşmalarında değişmez hedef tümüyle siyasal iktidar olmaktadır. Menemen Hadisesi yıldönümlerindekini andıran hep bir örnek yazı ve konuşmaların hiç değişmeyen gündemi “yargının siyasallaşması” tehlikesine yapılan şiddetli vurgulardır. Anılan Yargı Mensuplarının bir diğer değişmeyen tutumları ise konuşma ve yazılarındaki üslup ve kendilerini konuşlandırdıkları “erişilmez” makamdır. Beyanat sahipleri kendilerini, ülkenin siyasi sisteminin merkezi durumundaki Parlamentodan tamamen ayrı, çoğu zaman da hiyerarşik olarak onun üstünde bir yere yerleştirmektedirler. Bu davranışın mevcut yasalarımızda hiç bir dayanağı yoktur. Bu tür yargı mensupları, kendileri için kurguladıkları konumları yasalara dayandırarak değil, fiilen (de facto) ihdas etmişlerdir.
Bu fiili durumla devlet sistemimiz, Osmanlı Dönemindeki statüden hayli gerilere düşmüştür. Türkiye bugün, tarihindeki yasama-yürütme-yargı ahengi ve ritminden çok uzaklardadır. Günümüzün Yargı Bürokrasisi, kendini mutlak güç ve son karar mercii tayin etmekle, dünyada faşist ve komünist dikta yönetimlerini çağrıştıran despotik bir hiyerarşiye vücut vermiş olmaktadır. Baskıcı dönemlerde zorla elde edilen bu fiili durumun özünde,       % 95’lik oy oranına ulaşmış bir siyasi iktidarın görev alanlarının Yargı veya silahlı bürokrasi tarafından belirlenmesi gerektiği fikri vardır. Böyle bir kanaat ne Cumhuriyetle bağdaşır, ne demokrasiyle! Bu, bir bürokratik oligarşi talebidir.
Özetle Danıştay Başkanı, son konuşmasında kulağa hoş gelen pek çok cümle sarf etmiş olabilir, tıpkı General Başbuğ gibi. Ama bu hoş sözler, anılan bürokratlar, Millet iradesini izafileştiren, geçersizleştiren söz ve davranışlardan kaçınmadıkları sürece boş temenniler, ya da modaya uyum amacına hizmet eden günü kurtarma çabaları olmaktan öte herhangi bir değer taşımazlar. Bu törensel nutuklar ve açıklamalar, Türkiye devleti rejiminin üstündeki yargı ve silahlı bürokrasi vesayetinden bir milim dahi olsun ileri gidişe imkân vermeye yetmez. İşi gücü siyasal iktidara dayak atmak olan bir bürokrasiye dünyanın neresinde rastlanır, bakmak lazım.
Siyasal İktidara haddini bildirme misyonunu ifa eden Yargı mensupları parlak nutuklardan önce şu sorulara cevap vermek zorundadırlar:
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bekçisi neden sadece yargıçlar ve askerler olmaktadır? Parlamento, siyasi iktidar, sivil toplum kuruluşları, meslek odaları, tümüyle vatandaşlar, neden kendi siyasi sistemlerine sahip çıkma, onu koruma ve kollama hakkına sahip bulunmuyorlar? Bu halk için en iyisini bilmek ve takdir etmek, onun namına iyiyi kötüden ayırmak hakkı ve imtiyazı neden sadece onlarındır?  Henüz rüştünü kanıtlamamış olduğunu düşündükleri bu millete kimden yetki alarak vasilik, çobanlık etmektedirler? Hangi güç onları başımıza çoban tayin etmiştir? Güdülmeye muhtaç bir sürü olduğumuzu nerden çıkartıyorlar?
  • Yargı temsilcilerinin söylev ve demeçlerinde “Yargının Siyasallaşması” yönünde yapılan tespitlerin ve eleştirilerin tek hedefi nedense daima siyasal iktidar olmaktadır.  Oysa en azından kırk yıllık -CHP ve türevlerinin iktidar olduğu dönemler hariç- geçmişimizdeki iktidarların yargıya müdahale edip bundan bir sonuç aldıklarını gösteren örneğe rastlamak mümkün değildir. Fakat yargının kendisinin bir siyasi muhalefet odağı olarak işliyor olması, ne yazık ki bu ülkenin vak’a-i adiyesindendir. Mutlak ve mukaddes güçlerle donanmış Yargıçlar, iliklerine kadar siyasetle yoğrulabilir, siyasete müdahale edebilirler. Ama kendileri her tür müdahaleden masundurlar. Yıldönümü törenlerinde artık daha ağızlarını açmadan Yüksek yargı mensuplarının “leblebi” diyeceklerini anlayabiliyoruz; ne konuşacakları, siyasal iktidara ve parlamentoya nasıl “haddini bildirici”“azarlayıcı”, hatta “tehdit edici” cümlelerle hücum edecekleri ezberimizde.
  • Yargı mensuplarının siyasal iktidara ve hiç çekinmeden doğrudan Yasamaya yönelttikleri eleştirilerin ana maksadının bir “yargıçlar sultası” kurma arzusu olduğu açıktır. Onlar, tıpkı yargı gibi yasama ve yürütmenin de sağlıklı bir devlet yapısı için mutlak anlamda gerekli olduğunu düşünmemizi istemiyorlar. Devlet hiyerarşisinin en tepesinde yargıçlar olsun, yasama ve yürütme, onların çizdiği çerçeve içinde var olabilsinler.
  • Bu niyeti taşıdıkları şuradan da bellidir: Asla eleştirilemez olduklarını iddia ediyorlar. Kendilerinin yasama ve yürütmeye yönelttikleri, eleştiri sınırlarını aşan saldırılarının doğal hakları olduğunu düşünüyorlar. Buna karşılık, bu eleştirilerin yüzde birine bile tahammül göstermeye yanaşmıyorlar. Türkiye’nin en büyü sorunu budur. Belirli bir siyasi ideoloji etrafında yapılanmış bir yargıçlar topluluğu, mutlak iktidar mücadelesi veriyor. 
  • Yargıçlar bu tavırlarıyla, tam da benzeri Şiilikte bulunan bir hiyerarşiyi taklit etmiş oluyorlar. Bir diğer örneğine ise Katolik Kilisesinde rastlıyoruz. Bu piramit türü yapılanma, devlet hiyerarşisinin tepesindeki yargı mensuplarına İlahi hükümranlıkla yarışan mutlak bir otorite kurma imkânı vermektedir. Anılan hiyerarşik düzenler, hiç değilse sistemlerini Dinin nasslarıyla sınırlıyor, kendilerini daha yüce ve daha büyük bir Varlığa bağlıyorlar. Oysa piramidin tepesine yargıçları yerleştirmeyi arzulayan berikilerin hangi yüksek makamdan referans aldıkları meçhuldür. Buna rağmen yüksek kürsülerde Hutbe ve Vaaz tonunda yaptıkları tehdit ve korkutma dolu konuşmalarını, Başbakanların, Cumhurbaşkanlarının, Parlamento başkanlarının, kısacası hepimizin bir ibadet huşuu içinde dinlemesini ve onlara boyun eğmemizi bekliyorlar.

Özetle, Türk Yargı Kurumlarının temsilcilerinin çoğu, Bazı yargı dernekleri, barolar ve ekran bülbülü olup televizyonları dolaşan bazı hukuk hocaları, yargıyı siyasetin tam ortasına taşımakta ve parlamento ve yürütmeye saldırarak suç işlemektedirler. Bunlar, yargıyı halkımızdan, tarihimizden, evrensel hak-hukuk sisteminden koparmış, çürütmüş ve bitirmişlerdir.
Yargı mensuplarının, bir kısım Baroların ve hukuk hocalarının konuşmaları ve yazılarının tamamını bir araya getirip bakın; orada hak, hukuk, adalet gibi konuların kayda değer bir ağırlığı olmadığını görürsünüz. Bu, dünya çapında, müstesna bir rekordur! Kalkıp oturup yasamaya ve yürütmeye haddini bildiriyor ve bir muhalefet partisinden daha fazla siyaset yapıyorlar. Ve her ne hikmetse hâlâ da “HUKUK ADAMI” kalmayı başarıyorlar!  2009    

Etiketler: , ,

HER YASAK BİR HAKİMİYETİN SEMBOLÜ




Mehmet Akif AK




Yasak, ardında bir müeyyide sahibi varsa işler.
Yerli oligarşi halka yasak koymaya cüret ediyorsa bilmeli ki, bu yasağın asıl faili dışarıdadır. Yasak koyanın yaptırım gücüne göre yasaklara uyulur; aksi halde yasak, bir temenni olarak ortada kalır. Müeyyide ise dönüp dolaşıp silaha, teşkilatlı güvenlik gücüne yaslanır. Hiçbir yerli oligark, dışarıdan destek almadan halkın hakkından gelemez.
Evdeki yasakları ebeveyn, daha da çok baba koyar. Babanın yasağı uygulamak için müeyyide gücü vardır. Bu güç, ailenin geçimini sağlama sorumluluğuna dayanarak meşruiyet kazanır.
Yaratan, yaşatan, yeryüzünün bin bir türlü nimetini yarattıklarına tahsis eden Allah da “yasak”lar koymuştur. Bu yasakların ihlali için uygulanacak cezalar, asıl olarak ahirete bırakılmakla birlikte, bu dünyaya ait, sosyal düzenin korunmasına katkı sağlayıcı müeyyideler de bulunmaktadır.
Her biri bir müeyyideye dayandırılmış yasaklar, ancak güç sahiplerince konulur. Bunlara uyulur veya uyulmaz; çoğu zaman yasağın ardındaki güç ortadan kaybolduğunda yasaklar da kâğıt üstünde kalır. Görülüyor ki “yasağın” teolojik, psikolojik, sosyolojik ve felsefi boyutları üzerinde uzadıya durulabilir. Ama biz burada “yasak”ların daha öznel bir boyutuna işaret etmek istiyoruz.
Kim tarafından konulursa konulsun, her yasak bir hâkimiyetin sembolüdür. Yasak koyanlar, yasak kapsamındaki insanlar üzerindeki mutlak saltanatlarını, efendiliklerini göstermek isterler. Hatta çoğu zaman bir yasak, münhasıran ardındaki gücün hâkimiyetinin ispat edilmesi, tescillenmesi amacıyla da konulmuş olabilir. Bu bağlamda, yasağın ne olduğu, nasıl ve ne süreyle uygulanacağı bile önem arz etmeyebilir. Yasak Koyucu, yasağın muhataplarına, onların gündelik hayatlarının sınırlarını ve biçimlerini düzenleme gücüne sahip olduğunu göstermek, unutulduysa bunu hatırlatmak ister.
Bu durum, teorideki devlet-vatandaş ilişkisinin efendi-köle esasına dayalı bir rejime dönüşmesi anlamına gelir. Sadece efendiler, herhangi bir hukuki çerçeve bulunmaksızın kölelerinin tüm hayatları üzerinde tasarruf hakkına sahip olabilirler. Efendiler, kölelerinin gecesine-gündüzüne, yemesine-içmesine, giyimine-kuşamına mutlak anlamda hâkimdirler. Efendiler, köleleri adına da düşünür, onların kararlarını verirler. Bir kölenin öldükten sonra çocuklarına bırakabileceği yegâne miras, köleliktir. Kölenin çocuğu, köle doğar.
Günümüz dünyasındaki Oligarşik-Totaliter siyasi yapılar, geçmişin efendi-köle sistemlerinin modern devletlere nüfuz ederek varlıklarını sürdürdükleri mekanizmalardan ibarettir. Bu rejimlerde, vergi veren, askere giden vatandaşlar, bu görevlerini köleler olarak ifa ederler, devletten bu hizmetlerin karşılığında hizmet bekleme hakları bulunamaz. Efendi Devlet, köle vatandaşının hem geçimini sağlamaz, ona başını sokacağı bir yuva bağışlamaz, hem de ondan mutlak itaat ister. İşte modern “Efendi Devletin” geçmişin Efendisinden ayrıldığı temel özelikler tam burada ortaya çıkar. Geçmişin Efendisi, kölenin yatacağı yeri ve yiyecek-içeceğini, güvenliğini garanti ederdi. Günümüz Efendi Devleti ise, asla bu garantileri vermeden, kölelerinden kölelik gereği verilecek tüm hizmetleri eksiksiz bekliyor.
Günümüz efendilerinin, kullarına-kölelerine koydukları yasaklar, birer hükümranlık bayrağıdır aynı zamanda. Çünkü “yasak”, yalnızca hükümranların hakkıdır. Efendiler, bu genel geçer kurala yaslanarak, kölelerine güç gösterisinde bulunur, her adım başı kendilerini hatırlatırlar. Konulan yasakların bir mantalitesinin, rasyonel bir sebebinin, hukuki gerekçesinin ya da karşılığının bulunması gerekmez.
Elbette ki yasak, bir ülkedeki yerli oligarkların, hâkimiyetlerini kanıtlamakta kullandıkları bir araçtan ibaret değildir. Hiçbir yasak, sadece içerdeki güç merkezlerinin iradesine dayanılarak konulup devam ettirilemez. Yasak, bir büyük ülkenin sömürge statüsünde tuttuğu ülkeler üzerindeki hükümranlığının ispatı amacına da hizmet ediyor olabilir.
Doğuda veya Batıda olsun, tarih sahnesinde yer almış saltanatlar, krallıklar, eğer bir başka devletin kuklaları değillerse iktidarlarını daha uzun ömürlü kılmak için tebaaya iyi davranma zorunluluğu duymuşlarıdır. En şiddetli mutlakıyet rejimi bile halkın gönlünü hoş tutmak ister ve onların çoğunluğunu taciz etmeyi göze almaz.
Tebaasını mahkûm, kendini de gardiyan olarak gören hiçbir saltanat, kalıcı olmamıştır. Her saltanat, dinden, gelenekten, törelerden kaynaklanan bir meşruiyete dayanma çabası içinde olur. Meşruiyetini, kendi halkından ve tarihinden alan saltanatlar ise tebaaya toplu cezalar, yasaklar koymak gibi akılsızlıklar yapmazlar.
Var oluşunu büyük güçlerin garantilerine sigorta ettiren sureta bağımsız devletlerde ise “yasak” koyma ve kaldırma iradesi bu büyük güçlere aittir. Yasaklar, bu ülkelerde, yerli oligarklar kadar bağımlı bulunulan büyük güçlerin hükümranlıklarının da sembolü olurlar.
Toplumun emperyalizme karşı duyarlı kesimleri, nüfusları ne olursa olsun dışarıdan dayatılan yasaklara muhatap kılınarak “boyun eğme”ye alıştırılmak istenir. “Hür” vatandaşlar olarak yaşamak isteyenlere “kölelik” öğretilir, bu yasaklarla.
Yasaklar, “toplumun ilerlemesine, gelişmesine karşı çıkan cahil yığınları terbiye etmek” gibi içerden bir meşruiyete dayandırılmağa çalışılsa da asıl sebebin, dışarıda abluka kurmuş büyük gücün, bunu içeriye taşımak istemesi olduğu çok geçmeden anlaşılır.
Halk çoğunluğunun huzuru, refahı, hak ve hürriyeti, büyük güçlere entegre olmuş yerli oligarşinin asla umurunda değildir. “Cahil çoğunluk”, doğruyu yanlıştan ayıramaz. Ülkenin ve insanlarının yararının nerede olduğu, sadece oligarşinin bilgisindedir.
Oysa dünyanın efendilerinin yerli oligarklar vasıtasıyla uygulamaya koyduğu her yasak, aslında tebaanın köleliğe direnen kesimlerinin uysallaştırılması, evcilleştirilmesi, direniş ruhu ve hissiyatının törpülenmesinden başka bir amaca hizmet etmez. Bu satırları okuyan her okuyucunun aklına tarihten pek çok örnek gelivermiş olabilir. Birlikte hatırlayalım.
Sultan II. Mahmut ve Rus Çarı Deli Petro’nun kılık kıyafet yasakları, her iki ülkede de toplumsal dokuyu, savunma reflekslerini törpülemiş ve bu ülkeleri iç ablukalara açık hale getirmiştir.
Hiç kimse “Türkçe Ezan” dayatması ve bu çerçevede konulan yasakların, Müslüman ahalinin “ihtiyaç”larından kaynaklandığını savunamaz. Peki, halkın ihtiyaçları ve menfaatleri ile örtüşmeyen hangi yasak halka hoş görünmeye mecbur bulunan yerli yöneticilerin tasarısı olabilir? Açıktır ki bu yasaklar, yerli oligarşinin ve arkasındaki gücün hâkimiyetinin ispatıyla yakından ilgilidir.
Sadece Nazım Hikmet, Necip Fazıl, Bediüzzaman Said Nursi ve Nihal Atsız isimleri bile bu yolda zihnimizde sayısız çağrışım yaptırmaya kâfidir. Türkiye, hangi uluslararası güce yakın durmuşsa, ülkede onun muhaliflerini ezmek gibi yüz kızartıcı suçları çok işlemiştir. “Yasaklar Tarihimiz”e bir de bu açıdan bakan herkes, sayısız malzeme bulmakta hiç zorlanmaz.
Bir ülkenin büyük çoğunluğuna rağmen konulan yasaklar için dışarıdan fail ve gerekçe aramak, olayı kavramanın vazgeçilmez yöntemidir. Dışarıdan güç ve destek almayan yerel oligarşi, halkının tümünü karşısına alma anlamına gelen yasaklar koyamaz. 2007


Etiketler: , ,

ABD ADINA ABD DÜŞMANLIĞI





 
                                                                                  Mehmet Akif AK

            ABD-İngiliz emperyalizminin artık herkesçe bilinen bir stratejisini bugünlerde yeniden hatırlamamızda yarar var.
            “En verimli -kârlı- ABD taraftarlığı, güdümlü, kontrollü ABD düşmanlığı kılığında yapılır.”
            Hafızalarımızı tazeleyelim.
            II. Dünya Savaşı sonunda, Savaşın galip tarafı ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği, Tahran, Yalta (Kırım- o tarihte SSCB) ve Potsdam (Almanya) şehirlerinde bir dizi toplantı yaparak Küba’dan Endonezya’ya kadar yer küreyi kendi aralarında paylaştılar. Bu geniş coğrafyada yaşayan bir milyardan fazla insanın onlar açısından değeri ancak çiftliklerdeki besi hayvanlarınki kadardı; alınıp satılmış, takas edilmişlerdi.
            Bildiğimiz kadarıyla insanlık tarihi, o güne kadar böyle bir anlaşma görmemişti. Bu muazzam bir toptan alış-veriş ve takastı. Eskinin köle pazarlarında “efendiler”, kölelerini tek tek satarlardı, şimdi ise milyonlarla köle kısa bir zaman zarfında topluca “efendi”değiştirmişti. Ya da dünün az çok hür milletleri, bu üç toplantı sonunda ansızın galip devlerden birinin kölesi durumuna düşmüştü.  1945’te bir de bakmıştık ki biz ABD-İngiltere ortaklığının hesabına yazılmışız; Polonya, Macaristan, Doğu Almanya v.d. SSCB kampına kaydedilmiş. Bir yanda NATO, karşısında ise Varşova Paktı.  Koskoca Güney Amerika bile, Küba hariç ABD-İngiltere’nin hesabına düşmüştü. Yaklaşık 20 milyon insanın kanına girmiş, bunun birkaç mislini ise yaralı, yatalak bırakarak dünyayı kana boyamış canavarlar, daha ağızlarının kanını temizlemeden dünyayı aralarında pay edivermişlerdi. Bu meselenin detayı, yazımızın konusu değil; merak edenler Tahran, Yalta ve Potsdam Konferanslarına ait yüzlerce yayından, bu toplantılarda dünya ülkelerinin nasıl paylaşıldığının detaylarını kolayca öğrenebilirler. Bizim burada üzerinde durmak istediğimiz husus, bu kanlı paylaşımla birlikte başlayan yine söz konusu konferanslarda en ince ayrıntılarına kadar planlanmış bulunan kırk küsur yıllık “soğuk savaş”ın geriye bıraktığı yüzlerce tortudan, hasardan yalnızca birisidir.
1946’dan 1991’e kadar süren ve serpintileri günümüze kadar yayılan “soğuk savaş”ın “soğuk”luğunun da sözde kaldığını bilmemiz lazım. Bu süreçte yüz binlerce insan iç savaşlarda, ihtilallerde, gladyo türü ABD derin yapılarının veya Varşova Paktı KGB’sinin operasyonlarında öldürüldü. Yani aslında “soğuk savaş”, kanlı “sıcak savaş”larla birlikte sürüp geldi. Endonezya katliamlarından Şili iç savaşına kadar, sayısız operasyon, Yalta-Tahran-Potsdam konferanslarında alınmış kararların gereğiydi. Mısır, Suriye, Irak, Cezayir, Libya ve Türkiye (1960 ve sonrakiler) ihtilalleri, kanlı Macaristan, Çekoslovakya işgalleri, 1968’den günümüze Türkiye’de tezgâhlanan her ne ad altında olursa olsun iç savaş provaları ve bunları izleyen askeri dikta rejimleri, tüm bunlar ve daha niceleri, “soğuk savaş”ın kanlı yüzünden başka bir şey değildi.
“Soğuk Savaş” düzeninin köle ülkeleri, efendilerinden ayrılmayı akıllarından bile geçiremezlerdi. Muhalif sesler, şiddetle susturulurdu. “Soğuk Savaş”, dünyanın nerdeyse bütün sakinlerine “üniforma” giyme zorunluluğu getirmişti. Savaş söz konusu ise üniforma giymek de kaçınılmazdı elbette. İnsanlık cinnet halindeydi. Bu cinnet halini sürekli kılmak için peyk ülkelerin tepeden tırnağa bütün eğitim sistemi ve medyası organize bir şekilde çalışmaktaydı. Her ülkenin eğitimi ve medyası, ait olduğu bloğun sistemine göre zihinleri biçimlendirmekle görevliydi. ABD-NATO Bloğunun şeytanı komünizm, Varşova Paktınınki ise emperyalizm-kapitalizmdi.
Gelelim asıl meseleye.
Özellikle “dışı soğuk”“içi alabildiğine sıcak ve kanlı savaş”ın NATO tarafı, kendi hükümranlık bölgesindeki NATO ve ABD düşmanlığını organize etmekte de çok mahir davrandı. Bu vadide kurulan gizli-açık örgütlenmeler, peyk ülkelerdeki doğal Anti NATO-ABD refleksleri kontrol altına aldı.
NATO-ABD cephesinin böyle bir yöntem kullanmasının başlıca sebebi, anılan cephede yer alan tüm ülkelerin siyasi rejimlerinin “demokrasi” olmasıydı. Göreceli de olsa özgürlük havası bulunan bu ülkelerde NATO-ABD’ye karşı yerli direnişler oluşması ve bunların Sistemin Efendilerini taciz etmesi kaçınılmazdı. NATO-ABD muhalifi kıpırdanışlar, bizzat NATO-ABD tarafından organize edildi ve yönetildi; milli duruş ve direnişler böylece önlendi.
Bir şehir efsanesinden ibaret olan “68 kuşağı”, kelimenin bütün anlamıyla bir ABD-NATO komplosuydu. Fransa’da esmeye başlayan “68 Kuşağı” rüzgârı, NATO-ABD vesayetini reddeden De Gaulle iktidarını devirmeyi hedeflemişti ve tümüyle ABD-NATO işi idi. Çünkü NATO-ABD cenahında, vesayete direnebilecek tek ülke Fransa’ydı. Savaş sonrası Almanya’nın kolu, kanadı, eli, ayağı, gözü, kulağı bağlanmıştı (günümüzde bile bu bağları attığı söylenebilir mi?). İngiltere ise zaten Sistemin iki efendisinden birisiydi. NATO-ABD güdümlü sol örgütler, “68 kuşağı” efsanesiyle Fransa’yı kaosa sürükleyerek Paris’i hizaya getirdiler ve sonra görevleri sona erince kaybolup gittiler.
Türkiye’nin “68 kuşağı” ise, Fransa’nın çok kötü bir taklidiydi; tıpkı oradaki gibi onun da kimyasında ABD-NATO parmağı vardı. Türkiye’ye kurulan pusu çok akıllı ve sinsi, bir o kadar da alçakçaydı. Türk solunu organize eden NATO-ABD, Fransa’da ve başka cephelerde uyguladığı operasyon planına bazı ilaveler yapmıştı. Bu Ülke, tarihinin hiçbir anında sömürge olmamıştı ve halkı kölelikten habersizdi. NATO-ABD, bu Ülke’de kendine karşı ortaya çıkacağı muhakkak bulunan şiddetli direnişi ancak iki yönlü bir blokaj uygulayarak kaynağında kurutabileceğini hesap etti. Esas olarak Türkiye’nin toplumsal dokusu felç edilmeliydi. NATO-ABD mamulü Türk solu, halkın dinine, değerlerine savaş açmalı, hassas sinir uçlarına dokunmalıydı. Zavallı Marks’ın bam başka bir bağlamda söylediği “din halkın afyonudur” sözü Türk sosyalistlerinin bayrağı yapılmalıydı. Böylece muhafazakâr Müslüman halk, tepesindeki büyük şeytan NATO-ABD’yle uğraşmak yerine bin bir propaganda argümanıyla iğrençleştirilen Sovyet Şeytanına ve onun içimizdeki “uşak”larına savaş açmalıydı. Oysa bugün çok iyi biliyoruz ki, 1965-1980 yılları arasında Türkiye’de faaliyet gösteren 50 civarında sol fraksiyon içinde sadece Türkiye Komünist Partisi Sovyetlere bağlıydı ve Onun da anarşiyle, terörle hiçbir ilgisi yoktu; geri kalanların tamamı ABD-NATO mamulüydü.
İkili blokaj şu şekilde işledi:
Büyük çoğunluğuyla Müslüman ve muhafazakâr olan Türk halkı, “azılı din düşmanı” komünizme ve komünistlere karşı kolayca harekete geçirildi. NATO-ABD’nin kendi çöplüğündeki anti-komünizmi organize etmede tecrübesi ve birikimi iyiydi. Müslüman halkın bütün enerjisi, “dinsiz komünistlere” boşaltıldı. Komünizmle Mücadele dernekleri, mitingler, konferanslar, kitaplar, broşürler, toplu namaz, kanlı pazar tertipleri, Konya, Kayseri provokasyonları… Türkiye bir Anti-Komünizm histerisine tutulmuştu. Türkiye’nin her meşrepten yığınlarına uygun bir komünizm düşmanlığı konsepti icat edilmişti. Atatürk’ün “Türk Âleminin en büyük düşmanı Komünistliktir, her görüldüğü yerde ezilmelidir” sözü bir çevreyi, Dinsiz-Allahsız komünizm konsepti ise başka bir çevreyi aynı paydada toplayabiliyordu. Gel gör ki, karşıda “komünist” diye konuşlandırılan düşman da bir NATO-ABD tezgâhından başka bir şey değildi. ABD-NATO, kendi çöplüğünde hem Anti-Komünizmin, hem de Komünizmin yegâne sahibi ve efendisiydi. Özetle, NATO-ABD, peyk ülkelerde kendi güdümlü muhalefetini organize ederken asgari şu sonuçları elde etmiş oldu:
1. Emperyalizmine karşı doğması muhakkak sol muhalefet hareketleri daha baştan ele geçirilerek, peyk ülkelerdeki kurulu düzen rahat işletildi.
2. Solun dışında doğacak antiemperyalist diğer milli hareketler ise “Allahsız-Dinsiz” üniforma giydirilmiş güdümlü sola karşı kışkırtılıp yönlendirilerek daha doğmadan imha edildi.
3. NATO-ABD yapımı bu yapay kamplar, birbirleriyle silahlı savaşa girişecek noktaya gelene kadar kışkırtıldılar. Silahlı mücadele bir kez başlayınca da artık işler kolaylaştı. Kan davaları çıktı ortaya. Akıl almaz boyutlarda silah, mermi satıldı; silah üreticileri, akan kandan kâr üstüne kâr ettiler. Ülkenin toplumsal kimyası bozulup parçalandı. Sonra NATO-ABD’nin kurtarıcıları güya kavgayı bitirme adına iktidara el koydular. Buna zaten mevcut olan iktidarlarını pekiştirdiler demek daha doğru; çünkü darbelerin öncesinde de iktidarda olanlar onlardı; Yalta, Tahran, Potsdam mutabakatı gereği.
 

Etiketler: ,

STATÜKONUN İKTİDAR MANİVELASI OLARAK “LAİSİZM”


 



                                                              Mehmet Akif AK



Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasası başta olmak üzere başlıca hukuk metinlerinde yer alan bazı kavramların ne anlama geldiklerini bu metinlere bakarak anlamak hayli zordur. Daha da vahim olanı, bu kavramların anlamları konusunda yönetici seçkinlerin kendi aralarında asgari de olsa bir mutabakatlarının bulunmamasıdır. Rejimin resmi temsilcileri ile bunların sivil alandaki uzantılarının her biri, kendine göre bu kavramlar için tanımlar yapar. Kavramların, değerlerin ortak tanımlara kavuşturularak ortamın berraklaşması, Türk entelijansiyasının arzulamadığı bir durum olsa gerek. Bu sisli, belirsizliklere dolu ortamın devam etmesinde ortalama aydının, ilim adamlarının ve halkın da büyük payı var. Bunlar da mevcut kargaşayı, bulanıklığı bahane ederek yan gelip yatmaktalar. Bütün bu nedenlerle bazı kavramlar, kullananın niyetine ve amacına göre farklı anlamlara bürünmektedir. Bir devlet ve halk için bundan daha vahim bir hastalık zor bulunur.
            Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bugün daha da titizlikle uymaya çalıştığı bir kural var: Kanun, yönetmelik, tebliğ gibi hukuki metinlerin başlangıç bölümünde bu metinde geçen kavramlar hakkında “tanımlar” yer alır. Ama bu kural, bazı kavramlar söz konusu olduğunda bilinçli bir şekilde çiğnenmektedir. Meselâ “Laiklik” denen şeyin anlamı Türkiye için Batınî bir sır olarak kalır. Ne Anayasa’da, ne de başka hukuk metinlerinde “Laiklik” tanımlanmaz. Hatta Türkçe sözlükler bile “laiklik” için anlaşmış değiller. “Türk Laisizminin Teokratik Boyutu Üzerine Düşünceler” (Bilgi ve Hikmet, 1995, Yaz, Sayı 11) başlıklı kışkırtıcı bir yazı yazmıştım. O tarihten bu yana çeşitli vesilelerle laiklik ve benzeri kavramların tanımı ve kullanımı arasındaki çelişkilere, çarpıklıklara, belirsizliklere, bunun toplumsal hayatımızda açtığı yaralara işaret etmeye çalışıyorum.   Heyhat! “Güle gûş ettiremez, boş yere bülbül inler / Varak-ı mihr ü vefayı kim okur, kim dinler?” Ortak değerlerin ve bunları ifade eden kavramların anlamları konusunda devlet ile halk arasında bir takım mutabakatlar bulunmadığı sürece bitip tükenmek bilmeyen kavgalar, boğuşmalar kaçınılmazdır.   
            “Muasır Medeniyet Seviyesine Ulaşmak”, “Atatürk Milliyetçiliği”, “Cumhuriyet” “İrtica”, “Demokratik, Laik, Sosyal Hukuk Devleti” gibi kavramlar, resmi metinlerde ısrarla ve inatla sisler ardında bırakılmıştır. Türk Halkının “ortak değerleri” olarak ilan edilmiş bu kavramlar konusunda neden ortak tarifler yoktur? Ortak değer olmanın ilk şartı, onun genel kabul görmüş bir tanımının bulunması değil midir? Ortak dil yoksa diyalogdan söz edilebilir mi?
            Trajediye ve hem de komediye bakın: Bu, ne manaya geldiği meçhul -güya- ortak değerler uğruna ve  “Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünü sağlama” adına tanklı, tüfekli, idam sehpalı operasyonlar yapılıp durulmuştur. Gerçekte ise hiçbir şekilde “ortak kabul”e mazhar olmamış bu değerler, aslında bölünmenin, iç kargaşa ve kavganın asıl sebepleri olarak karşımızdadırlar.
            Hangi akıl, hangi vicdan ve insaf, kendi halkının dolaştığı yerlere bu şekilde mayın döşemeyi doğru ve haklı bulur, tahmin edemiyorum.
            Peki herkes cinnet mi geçirmiş bu ülkede? Bu kadar akıl dışı düşünce ve uygulama, bir siyasi sistemin başlıca alamet-i farikası olarak varlığını nasıl sürdürebilir? Bu sorunun tek cevabı var:
            Türkiye’nin siyasi sistemi, tamamen kendi vehminin ürünü olan bir “meşruiyet krizini” yönetme adına, manası meçhul, yüceliği kendinden menkul bazı kavramlar için kutsallıklar üretmiş ve söz konusu bu kutsalların korunması için başvurduğu hukuk dışı her tür şiddeti “cihat”a benzeterek yapay meşruiyet krizlerine çözümler aramıştır. Oligarşik yapı, ikide bir “ülkeyi yok olmaktan kurtararak”, halkı kendine gebe bırakmak istemiştir. Halkın hakkına ve hukukuna tecavüzü alışkanlık edinen oligarşi, sistemi gerilimlerle ayakta tutmaktan başka bir yol bulamamıştır bugüne kadar. Oysa sistemin en az 70 yıldır ayakta kalmak gibi bir sorunu olmadı. Cumhuriyet devrimlerinden sonra bu halk, sistemin ve ondan geçinen oligarkların ayakta kalması için ne istendiyse fazlasıyla ve severek verdiği halde, oligarşideki bir türlü şifa bulmayan “sistem çökecek” sendromunun kesinlikle başka sebepleri olmalıdır.
            Halkın büyük çoğunluğunun defalarca oyu ile onayladığı bir siyasi sistemin gerçekte neden bir meşruiyet krizi bulunsun ki! Bu, cevabı kendi içinde mevcut soru açısından ülkemizde yaşananlara baktığımızda, üretilen meşruiyet krizi sorunsalının bizatihi rejimin kendisine ilişkin olmadığını kolayca anlarız. Peki geriye kalan nedir?
            Geriye kalan şudur: Modernleşme adına var olan ama her tür modernliğe karşı çıkan, kendini yenilememeye yeminli arkaik bir entelijansiyanın “devlet” gibi rakipsiz bir aygıtı kendi hükümranlığında tutma çabası. Bir de işin uluslar arası boyutu var tabii. Kendini Demokrasi ve insan hakları ile eşitlemiş “hür dünya”nın büyük devletleri ve uluslar arası sermayesi, bu arkaik oligarşiye ciddi destek veriyor.  Demokrasiyi ve insan haklarını Batılı üstün ırkların başkalarıyla paylaşılamaz imtiyazları olarak gören bir dünyanın, başka coğrafyalarda despotik ve oligarşik rejimleri ayakta tutmak istemesinde şaşılacak bir taraf yoktur.
            Şunu hep söyledik: Türk laisizmi, “tersinden teokrasi”dir. Bugün eğer Türkiye örneğinde bir “teokrasi”den söz edilecekse bu, ancak “laik teokrasi” olabilir. Kutsallarla donatılmış bir laiklik algılayışı ve laik teokratlardan söz ediyoruz. Tarihimizde teokrasinin hiçbir zaman var olmadığı, kendine özgü bir laikliğin (sekülerizmin) yüzlerce yıldır uygulandığı, bugün bazı kesimlerin dilden düşürmedikleri laikliğin ise, Fransız laikliğinin çok kötü bir kopyası ve tercümesi olduğu kabul edilene kadar da bunları söylemeye devam edeceğiz. Çünkü bu ülkede İslâm’a ve Müslüman halka uygulanan şiddetin adına laiklik denmesini aklımız, havsalamız almıyor. Güç ve iktidar tepişmelerinin bedelini neden hep İslâm Dini ve Müslüman ahali ödesin?
            Türkiye’nin oligarklarının halka karşı yaptıkları tüm darbelerde daima “laiklik” manivelası kullanıldı. Onlara göre bir türlü “modernleşmeyi başaramayan” büyük halk kitleleri, kökü kazınacak “mürteci” güruhu idi. “Laiklik-irtica” denklemi, oligarklar için çok verimli bir toprak olageldi, durmadan ekip biçiyorlar. Ne var ki, şunu yeni yeni anlamaya başladılar; meğer “iç düşmanlardan oluşan” bu mürteci güruhu, “çağdaşlaşma” yolunda oligarkları kat be kat geçeli çok olmuş.
            Oligarklar, düne kadar kendilerini “çağdaşlaşmanın” biricik savunucusu ve teminatı görürken şimdi bin bir türlü paranoya senaryoları ile çağdaşlaşmaya karşı çıkıyorlar. Çelişki müthiş! Dün, “din, irtica, tarikat, cemaat…” tehdidi ve tehlikesine karşı çağdaşlaşmayı, laikliği cebir ve şiddetle korumak için “laik cihada” soyunanlar, şimdi bizatihi “çağdaşlaşma”yı bir tehdit olarak görüyorlar. Değişen nedir? Değişen şey şudur:
            Demokrasi adına var olan her şey, serbest seçimler, partiler, sivil toplum kuruluşları ve benzeri alanlarda yapılan her düzenleme, oligarkın iktidarından bir şeyler alıp götürmektedir. Türkiye sosyalistlerinin, dindarlarının, zamanın şartlarını, imkân ve fırsatlarını oligarklardan daha kolay bir şekilde algılayıp elde etmeleri, oligarka iktidarını sürdürme yolunda sosyal ortamı terörize etmek için gösterilecek “öcü” bahanesi bırakmamıştır. Artık ne Türkiye’yi bir sosyalist bloğa bağlayacak “Marksist, Leninist ve hatta Maoist komünistler” var, ne de “ülkeyi ortaçağın karanlıklarına götürecek mürteciler” bulunmakta. Hele Müslüman ahalinin hiç bir şekilde Cumhuriyetle, laiklikle herhangi bir meselesi bulunmakta.
            Bu durumda oligark bakımından “Batı”, her şeyiyle tehdidin ve tehlikenin yeni nesnesi ve ta kendisi olmaktadır. Şimdilerde oligarklar, daha düne kadar “Batı” istikametine doğru serili seccadelerini toplamış, Kuzey’de ve Doğu’da yeni kıblegâhlar aramaya başlamışlardır, kendi halklarını şiddet ve baskı altında inleten ve buradaki haksızlıklara ses çıkarmayacak, hatta destekleyecek suç ortağı yeni kıblegâhlar. Kendileri ile baskı ve şiddetin son teknikleri konusunda bilgi alışverişinde bulunacakları yeni dostlar, müttefikler ve hâmiler…
            Türk laisizminin macerası, kuzuyu her hal ü kârda yemeyi kafasına koymuş kurdun hikâyesinde olduğu gibidir. Laiklik vurgusu yapan hiçbir odak, başta CHP olmak üzere aslında o herkesin bildiği anlamı konusunda tartışmalı da olsa teorideki laikliği kast etmemektedir. Zaten CHP’nin bir parti olmaktan öte, bir zihniyetin simgesi olduğunu unutmamak lazımdır. Bu zihniyet, benzeri az bulunur bir muhafazakârlığı, ruhunun her zerresinde ve genlerinde taşır. Fakat onun “muhafızı” olduğu şey, toplumun geleneksel değerleri değildir asla; sadece oligarşinin saltanatıdır. 19. yüzyılın başlarından itibaren 1930’lara kadar sayısız tecrübe ve birikimle sürüp gelmiş Türk modernleşmesinin kazanımları onun hiç umurunda değildir.
            CHP zihniyetinin militan mensuplarının bu partiye kayıtlı olmaları gerekmez. Hatta öyle ki bu militanların parti tüzel kişiliği olarak CHP’ye karşı şiddetle çıktıkları bile olur. Karşı çıkış nedenleri, CHP’nin zaman zaman çok partili hayatı benimseyip normal bir parti imiş gibi davranmasıdır. Fakat aldanmamak lazım, onlar da nihayetinde oligarşiyi ayakta tutan aynı cemaate mensup oligarklardır ve bu cemaatin bariz vasfı, demokrasi, seçim, parti, hak, hukuk, adalet tanımaz oluşudur. Meselâ “28 Şubatta Devlete sarkıntılık edilmiştir” diyen Süleyman Demirel, bu gerçek kimliğiyle aslında tipik bir CHP oligarkıdır. Bugün artık gizli bir CHP’li olduğu açığa çıkmış bulunan Demirel, bu süreçte “Devlet başka, hükümet başka, devlet MGK’dır” diyebilmiştir. Tam bir CHP’li vecizesi. Aslında bu bağlamda kişiler önem taşımaz, kişilere odaklanıp, meselenin esasından kopma tehlikesi her zaman mevcuttur. Fakat bazen bir kişinin bilimsel usuller kullanılarak tahlil edilmesi, herhangi bir konu hakkında müthiş öğretici olabilir. Bu çerçevede S. Demirel, Sabih Kanadoğlu ve Vural Savaş tiplerinin doktora düzeyinde incelenmesi, ortaya Türkiye oligarşisinin dört başı mamur bir fotoğrafını çıkarmak için yeterli olabilir.
            Özetle;
            Bizim “laikliğimiz”, Türkiye gibi dünya çapında hürmet görmüş mümtaz ve büyük bir Devleti yönetmeye ehil olmayan bir kısım oligarkların iktidar savaşları için kullandıkları bir silahtan ibaret hale gelmiştir. Osmanlıda ve Cumhuriyetin başlangıcında mevcut olumlu birikimler, bu oligarkların umurunda değildir. Bunlar, Türk halkını sadece vergisi alınarak sağılacak bir inek, itaat altında bulundurulacak bir kul mesabesinde görür ve hep ona çobanlık etmek isterler. Hatta halkı inek bile saymadıkları söylenebilir. Çünkü sütü sağılacak inek yedirilmeli, içirilmeli, hoşça muameleye tabi tutulmalıdır. Akıl sahibi olan böyle davranır. Bizim oligarklarımız ise sabah-akşam halkı kamçılar, iter, kakar, aşağılarlar. Cumhuriyet’in “kulluktan kurtardığı” halk bu halk değildir, o nedense hiç var olmadı, yaşamadı. Bu adam olmamakta kararlı halka yalnızca kulluk müstahaktır. Halka kulluk, onlara da ebed müddet efendilik yakışır.
            Türkiye’deki oligarşinin dünyadaki tüm benzerleri gibi aslında uluslar arası büyük güçlerin desteğini almadan ayakta kalamayacağını hiç unutmamak gerekir.
            Türkiye’nin kaderi, “laiklik-irtica” denkleminin kısır, minnacık hücresine hapsedilmemelidir. Türkiye, Cumhuriyet dönemi de dâhil olmak üzere en az bin yıldır “Din-Devlet” dengesini başarıyla kurmuş ve yönetmiş bir devlet geleneğine ve rüştünü defalarca ispat etmiş bir millete sahiptir. Bu tarihi birikime dayanıldığında yüce dinimiz problemli bir alan olmaktan kolaylıkla çıkacaktır.  2008

Etiketler: , ,