SEZÂİ KARAKOÇ’U ASLÎ YURDUNA UĞURLARKEN
SEZÂİ KARAKOÇ’U ASLÎ YURDUNA UĞURLARKEN
Mehmet Âkif AK
Sezâi Bey’i de bir Hazan Mevsiminde Aslî Vatan’ına,
Sevdiklerinin, çok sevdiklerinin, “en Sevgili” dediklerinin yanına
hüzünle uğurladık. Allah c.c. O’nu sonsuz rahmeti ve mağfiretiyle karşılasın.
O’nun “artık dön!” emrine uyup yola düştüğü haberini alınca,
benim Sezâi Karakoç’um acaba nasıl bir şahsiyetti sorusuna cevap
sadedinde düşüncelere daldım. Bu arada O’nun ufûlü üzerine bir kahvehâne
ortamındakine benzer şekilde gürültülü beyânatlara da kulak veriyordum. Klişe
tâziye metinleri, içeriğinden bîhaber tekrarlanan iri iri laflar.
Bir an geldi, bir ses duyuldu ve mekân bu ses ile birlikte o
an sükûta teslim oldu. Döndüm baktım, tanıdık bir sima şunları söylüyordu:
“Sezai Bey’in ölümü, herhangi bir şairin ölümü değildir.
Bazı şairler büyük mimarlardır, görkemli yapılar inşa ederler. Süleymaniye’yi,
Selimiye’yi inşaa ederler; bazılarıysa deniz kumuyla ilk depremde yıkılan
binaları… Sezai Bey şiirin Süleymaniye’sini inşaa etti. Rahmeten vâsiâ… “
Benim de zihnimde benzer düşünceler geziniyordu; ama ben,
Onun hakkındaki fikirlerimi bu kadar kısa hem de bu kadar uzun şekilde ifade
edemezdim. Bu da nesrin “mısra-ı berceste”si olmalıydı. Hilmi Yavuz’a
Sezâi Bey için bu güzellikte ve letafette sözler söyleten şey hiç şüphesiz
merhum Şâirin “gerçekten” büyüklüğü idi. Bu sözler, ünlü bir şâir, mütefekkir,
felsefeci, racon kesmekle maruf Hilmi Yavuz tarafından söylendiği için değerli
değildiler, mahza hakikati aksettirdikleri için değerliydiler. Hilmi Yavuz,
kendi çağdaşı bir Şâir’i böyle tebcil ederken “o, olmazsa olmaz şâir kibri”ni nasıl
yenebilmişti.
“Şâir Kibri” tavsifini asla tahkir makamında kullanmadım.
Aksine, şâirin kendine ve şiirine biçtiği değer ile toplumun Ona verdiği değer
arasında dâima büyük bir uçurum bulunduğunu görüyor olmasıdır Şâiri kibre sevk
eden.
Ama şunu söylemem lâzım; kimi şâir usule uymak adına kibirlenir,
kimisi ise bu kibri gerçekten hak eder.
Şeyh Gâlib bunun pek renkli bir örneğidir. Şâir Nâbi’yi
hicvederken ne kadar da müsamahasız olduğuna bakar mısınız:
Bir gâyete irdi kim me’âli
Tanzîrinün olmaz ihtimâli
(...)
Ta‘rîzâne idüp hıtâbı
Virdüm o gürûha bu cevâbı
Kim Nâbiye hiç düşer mi evfak
Şeyhun sözine kelâm katmak
Ey kıssadan olmayan haberdâr
Nâkıs mı bırakdı Şeyh ‘Attâr
Manzûme-yi Fârsîveş ebyât
Bi’l-cümle tetâbu‘-ı izâfât
İnşâya virür egerçi ziynet
Türkî söz içinde ‘ayn-ı sıklet
Evsâf-ı Burâk-ı Fahr-ı ‘âlem
Rahşiyye-yi Nef‘î andan akdem
Lâzım mı Burâkı medh ü tavsîf
Bu kârı ana kim itdi teklîf
Ve Gâlip Dede’nin kendine Fahriyyesi:
tarz-ı selefe tekaddüm ettim
bir başka lügat tekellüm ettim
ben olmadım ol gürûha pey-rev
uymuş belî Gencevî'ye Hüsrev
billah bu özge mâcerâdır
sen bakma ki defter-i belâdır
zannetme ki şöyle böyle bir söz
gel sen dahi söyle böyle bir söz
erbâb-ı sühan tamâm malûm
işte kalem işte kişver-i Rûm
gördün mü bu vâdi-i kemîni
dîvân yolu sanma bu zemîni
engüşt-i hatâ uzatma öyle
beş beytine bir nazîre söyle
az vaktde söyledimse anı
nâ-puhteliğin değil nişânı
gördük nice şâhlar gedâlar
bir anda yapar anı babalar
gencînede resm-i nev gözettim
ben açtım o genci ben tükettim
esrârını Mesnevî'den aldım
çaldımsa da mîrî malı çaldım
fehmetmeğe sen de himmet eyle
ol gevheri bul da sirkat eyle
çok görme bu hikmet-i beyânım
tevfîka havâle eyle cânım
în dem ki zi şâirî eser nîst
sultân-ı sühan menem diger nîst (***)
Aslında gerçek Şâir’i kibre iten, hırçınlaştıran, girdiği
yolun sarplığı, aşılmazlığıdır. Necip Fâzıl’ın “Çile” şiirinde çok güçlü
kelimelerle ifâde etmeye çalıştığı üzere; şâir hakikat arayışı yolunda
Peygamberlerle birlikte yürümek ister. Varlığın, var oluşun sırrını çözmeye
çalışır. Bütün büyük fikir adamları, şâirler, filozoflar hem sır çözme hem de bunları
en güzel, en Bedii biçimde ifade etmek isteyenlerdir.
Kendisi daha buradayken, aramızda yaşarken zamanını aşan
eserler verebilen büyük san’atkâr, fikir adamları ve âlimler, varlığa bütüncül
bir pencereden bakabilenlerdir. Bütün mükevvenâtın bir Sâhibi ve Yaratıcısı
olduğuna inanan, Kâinatın zerreden küreye, bu Yaratıcının koyduğu şaşmaz ve
yanılmaz kurallarla işlediğini bilenlerdir. Bu inanç ile ulaşılan bilgi, sanatkâr
ve âlimi Yaratıcı ile kurbiyyete (mecazen) taşıdığında, zamanı aşan ve herkesçe kabul gören, sevilen
eserler böylelikle ortaya çıkar.
Şâir, zamanının ahalisi tarafından kullanılan lisanı aşar,
aşmak zorunda kalır. Çünki beynini zonklatan sorular, bir başka lisan ile
sorulmaktadır.
Bu bakımdan Hilmi Yavuz’un Mimar Sinan ile Sezâi Karakoç
arasında gördüğü yakınlık, son derece isâbetli olmuştur.
KIRIK DÖKÜK BİRKAÇ HÂTIRA
Sene 1970’lerin son dilimi. Bir grup arkadaşla, alanında
hayli etkili olmuş ve çok satılan sanat, kültür ve edebiyat dergisi PINAR’ı
neşrediyoruz.
Derginin Editörlerinden şâir-yazar Yetkin Dilek’in
önerisiyle Üstad Sezâi KARAKOÇ ile bir mülakat yapmayı planladık. O zamanlar yayıncıların
merkezi olmakla ün kazanmış Üretmen Han’da
bir odası vardı, orada çalışır, misafirlerini orada kabul ederdi.
Münasip bir zaman ayarlayıp Üretmen Han’daki odaya gittik.
Sekreter arkadaş -şu an ismini hatırlayamadığım için
beni bağışlasın, yirmili yaşlarda sarışın biriydi- Sezâi Bey’in gelmediğini,
gelip gelmeyeceği hakkında da bir bilgisi olmadığını söyleyip not bırakmamızı
istedi. Meramımız anlatan kısa bir not bırakıp oradan ayrıldık. Bu arada
Büronun telefon numarasını almayı da ihmal etmedik.
Bir iki gün sonra Büro’ya telefon edip, Sekreter arkadaşa
Üstad’ın orada olup olmadığını, şayet orada ise ziyarete geleceğimizi söyledik.
Buyurun gelin, Üstad burada cevabını alınca yeniden Üretmen Han’a gittik.
Üstad’ın çok zor bir insan olduğunu duymuştuk. Bizi nasıl
karşılayacağı hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. Bu yüzden tedirgin ve
telaşlıydık.
Odaya girdik. Sezâi Bey, masasındaydı. Selamımız aldı, fakat
yüzünde bir memnuniyet ifadesi yoktu. Bir hoş beş imkânı ise hiç görünmüyordu.
Ne yapacağımızı şaşırmıştık. Durumu kurtarmak için damdan düşer gibi
maksadımızı, yâni şiir ve edebiyat konulu bir mülakat yapmak üzere geldiğimizi
bir çırpıda söyledik. Hiç düşünmeden “olmaz” diyerek kestirip attı. Biz de süt
dökmüş iki kedi gibi. Mahcup, utana sıkıla gerisin geriye döndük.
Çok sonraları, bu sevimsiz olayın bizden kaynaklandığını
çözdük. Teşrifat hatası yapmıştık. Oysa sonuç alınabilecek iki seçeneğimiz
vardı ve biz bunları aklımıza bile getirmemiştik. Birincisi, O’nun üç-beş
kişiden fazla olmayan yakın dost ve talebelerinden biriyle konuyu görüşecek ve
bize elçilik yapmasını isteyecektik. Çok büyük bir ihtimalle mülakatı yapardık
ve ortaya gelecek nesillere kalacak güzel bir şey çıkardı. İkinci yol, yine bir
görüşme saati ayarlayıp gitmek ve mülakat filan demeyip, maksadımızı,
kimliğimizi, görüşlerimizi, kendisi hakkındaki düşüncelerimizi nezaketle
anlatıp, en son sözü mülakata getirmekti. Bu da mülakatın tahakkukuna yarardı.
Ama yapamadık; bu akamete uğramış sâfiyâne teşebbüsümüz içimizde hep bir ukde
olarak içimizde kaldı.
Yukarıda şâir ve kibri üzerine serdettiğimiz sözler aslında
biraz da Sezâi Bey’i anlama anahtarı kabilinden sözlerdi. Sezâi Bey’in kibri
görünmezdi, Necip Fâzıl’ınkinin aksine. O, içine kapanarak “topluluğa bulaşmayarak”
kozasını örüyordu.
ERZURUM KIRAATHÂNESİ
Sezâi Bey. Gündüz vakitlerini Cağaloğlu’nda geçirdiğinde
Üretmen Han’daki odasında oturup kalmazdı. Özellikle bir şeyler okuyup yazmak
istediğinde civardaki kahvehanelere giderdi.
Bunlardan en çok devam etiği mekân Cağaloğlu’nun Divan
Yolu tarafında yer alan tarihi bir hamamın yakınındaki Erzurum
Kıraathânesi idi. Fakir de dergi ve gazetelerin gürültülü binalarında
yoğunlaşıp bir şeyler yazmak zorlaşınca iş bu Erzurum Kıraathanesi’nin müdâvimi
olmuştuk. Haftanın birkaç günü orada Üstad ile karşılaşır, birbirine yakın
masalarda otururduk. Beni tanımıyordu. Kendisi gibi orada bir şeyler okuyup
yazan tek kişi olmama rağmen ilgisini. dikkatini çekmiyordum. Ben de konduğu
daldan mutlu ve memnun bir kuş gibi orada duran Üstâd'ı taciz edip yerinden
uçurup kaçırmamak için O’na yaklaşmıyordum.
Sezâi Bey’in Erzurum Kıraathanesindeki masasının üstünde iki
yabancı gazete mutlaka bulunurdu; Le Monde ve Le Figaro. Malumdur
ki bunlardan Le Monde, Fransız Sol’unun, Le Figaro ise Fransız Sağ’nın sesi
idi. Ama her ikisi de düzeyli, ciddi yayın organlarıydı. -o zamanlar-
SEZÂİ KARAKOÇ’TA MEKÂN – ZAMAN ALGISI
Sezâi Karakoç merhûm’u şâir, mütefekkir, gazeteci, dergici
ve nihâyet siyasetçi olarak biliriz, tanırız. Ama O’nda öyle bir özellik vardır
ki, yukarıda sayılan mesleklerin tümü kapsamında verdiği bütün eserler,
şiirler, yazılar, beyannâmeler ve konuşmalara bu özellik ruh katar; Bu, Ondaki “zaman
ve mekân” anlayışı farklılığıdır. Bu algı ya da anlayışı kavramadan kâmil
anlamda bir Sezâi Karakoç portresi çizemeyiz. Dolayısıyla Şâir’i de yeterince
tanıyamayız. Oysa böyle bir portreyi ayrıntılarını da ihmal etmeden
tanıdığımızda karşımıza Evrenin ve Yaratıcı’sının tasavvufi ıstılahta “tevhid”
diye isimlendirilen varlık bilincini hayat tarzı hâline getirmiş bir insan
çıkar. Şunu demek istiyoruz:
Meselâ biz saat, gün, ay yıl gibi zaman
birimlerini belirli amaçlar doğrultusunda kullanırız. Sezâi Bey, hayatında ve
eserlerinde bu zaman birimlerini bizim idrakimizdeki karşılıkları ile kullanmaz.
Hatta bunları kullanmaz bile. Diyelim ki “Hızır’la Kırk Saat”te saat birimini
kullandı. Kolayca anlarız ki bu bir mecazdır. Çünki Sezâi Karakoç için kırk
asırla kırk saatin farkı olamaz. Zaten Hızır söz konusu ise zaman ve mekân
buharlaşır.
Bizim fizikî evren tasavvurumuzda yer alan bütün
kavramlar dünya, ay ve güneşin hareketlerini bir sistem dâhilinde anlamak ve
anlatmakla ilgilidir. Ve bu kavramların dünya dışı âlemde hiçbir hükmü yoktur.
Tıpkı bunun gibi, Sezâi Bey için içine doğduğu mekân da Dünya ile sınırlı
değildir. Hızır’la buluşan Sezâi Bey’e bu buluşma hangi mekânda gerçekleşti
diye sormanız abes olur.
Sezâi Bey, bizlerin yaptığı gibi ânı ve mekânı
sabitlemez, durdurmaz, dondurmaz. Bunlar herhangi bir varış noktası ile
mukayyet olmaksızın akıp giderler. Sezâi Karakoç da bu akışa teslim olmuştur.
O’nun kendini bizlere âit zaman ve mekân anlayışından ve çağdaşı insanlardan izole
etmesinin, karakter yapısı, psikolojik durumu ile ilgisi yoktur. O sanki İlahi
bir ışık huzmesinin aydınlattığı bir âlemde her varlığı bilinen anlam ve
şekillerinden farklı görmüş ve bir dervişin kırk gün uzletinde yaşadığı ve
şâhit olduğu derin müşahede ve murakabesi sonunda başka bir dünyaya yeniden
doğmuştur. İşte bu tahavvüle Sezâi Karakoç, DİRİLİŞ demiştir.
Sezâi Karakoç’un DİRİLİŞİ, ba’sü
ba’del mevt (mahşer dirilişi) i andırır, tam bir DİRİLİŞ. Çürüyen başaktan
fışkıran filiz gibi. Nuh Tufanı sonrası yaşanan DİRİLİŞ.
Sezâi Karakoç’un “zaman tasavvuru”,
Kelâm-ı Kadim’in zaman tasavvurudur; teselsül etmez, bölünemez, devirlere
ayrılamaz. Karakoç da Zamana böyle bakar. O, sadece bu çağa âit bir insan
değildir, Hz. Âdem’le yaşıttır, İbrahim, Nuh, Musa, Hızır ile kardeştir.
Karakoç’un takip ettiği yol, Bir olan Allah’ın Bir olan Yoludur, Sırat-ı
Müstakimdir. Hz. Adem’den beri süregelen bu yoldakilerin tamamı kardeştir,
tanıştır; bizim zaman ve mekân anlayışımızla mukayyet olmaksızın.
Sezâi Karakoç’un mekân tasavvuru bu günki
genel geçer Coğrafya malumatından ötedir. Siyasi hudutlar, ülkeler, şehirler;
bunların hepsi tektir ve bütün dünya, insan denen türün evidir. Bir ev, bir
âile ve Allah’ın bunlara müsahhar kıldığı sayısız nimet, gökyüzü, yerdekiler,
su, nebatat, hayvanat… Hepsi de “Tevhid rüknü”ne bağlı varlıklardır.
Hak ile Bâtılın, zulüm ile nûrun zıtlaşması,
ilk insanla başlayan ve kıyamete kadar devam edecek olan Âdemoğlunun savaşması,
Sezâi Karakoç’un kalbindeki ve zihin dünyasındaki “İlahî Tevhid”e mugayir
değildir; aksine onun icabıdır. İnsan insanı öldürür şüphesiz, ama bu, kişinin
aslında kendi kardeşini öldürdüğü en özlü ifade ile “kendini öldürdüğü” hakikatini
değiştirmez. Her insan tektir, Âdemdir, Âdemdendir ve O da topraktandır.
Bu zaviyelerden baktığımızda, Sezâi
Karakoç’u, modern, gelenekçi gibi tasniflere sığdırmak ve bu yollarla anlamaya çalışmak
mümkün olmaz. Çünki bunlar ve benzeri tasnif, tavsif ve tasvirler O’nun
zaman-mekân tasavvuru içinde yer almazlar.
Bana kalırsa Sezâi Karakoç ve eserleri,
yukarıda zikredilen sebeplerden dolayı “kalıcı” olacaklardır. Çünki kalıcı
olmuş bütün sanatkâr, şâir ve mütefekkirler, tıpkı Sezâi Bey gibi kendilerini
çağlarının genel-geçer zaman ve mekân anlayışlarının dışında tutanlar, kalıcı
olan değerlerle yürüyenler arasından çıkmışlardır.
Bizim bu mekânımızın ve zamanımızın hem içinde ve fakat aynı
zamanda dışında yaşamışlardır. Bunların çoğunun da hayatlarının tamamında veya
hiç değilse bir bölümünde zaman ve mekândan sıyrılarak münzevi hayatlar
yaşadıkları herkesçe malumdur.
Bu
açıklamaları, Sezâi Karakoç’un bir şiiri üzerinden okuyalım ve Şâir’in çizilen
portresi ile ne derece tetabuk ettiklerini görelim:
“HIZIR’LA KIRK
SAAT”TEN BİR DEMET
Ey yeşil sarıklı ulu
hocalar bunu bana öğretmediniz
Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz
Kadının üstün olduğu ama mutlu olmadığı
Günlere geldim bunu bana öğretmediniz
Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı
Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim
Bunu bana söylemediniz
İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler
Bunu bana öğretmediniz
Kardeşim İbrahim bana mermer putları
Nasıl devireceğimi öğretmişti
Ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım
Ama siz kağıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini
nasıl sileceğimi öğretmediniz
Bir kentten daha
geçtim
Buğdayları yakıyorlardı
Yedikleri pirinçti
Birbirlerine açılan borular gibi üfürüyorlardı
Sonra birbirlerinden borular gibi çıkıyorlardı
Pirinçler gibi çoğalıyorlardı
Atlarını yalnız atlarını cana yakın buldum
Öpüp çıkıp gittim yelelerini
(*) Ümran, Aralık-2021
(**) Yazımızda “kibir”
kelimesini, Kur’an-ı Kerimde çokça zikredilen “kibir”in karşılığı olarak
kullanmadık. Yazdığı bir metni, şiiri, ortaya koyduğu bir eseri çok beğenmek,
en iyisi saymak, benzersiz zannetmek gibi beşerî hislerin toplamı olarak KİBİR…
(***) سلطان سخن منم دكر نيست – Sözlerin Sultanı
Benim Diğerleri değil
Etiketler: Diriliş, ikinci yeni, mona rosa, Sezai Karakoç, Türk Şiiri