26 Kasım 2021 Cuma

SEZÂİ KARAKOÇ’U ASLÎ YURDUNA UĞURLARKEN

 

SEZÂİ KARAKOÇ’U ASLÎ YURDUNA UĞURLARKEN

 

                                                        Mehmet Âkif AK

 

Sezâi Bey’i de bir Hazan Mevsiminde Aslî Vatan’ına, Sevdiklerinin, çok sevdiklerinin, “en Sevgili” dediklerinin yanına hüzünle uğurladık. Allah c.c. O’nu sonsuz rahmeti ve mağfiretiyle karşılasın.

O’nun “artık dön!” emrine uyup yola düştüğü haberini alınca, benim Sezâi Karakoç’um acaba nasıl bir şahsiyetti sorusuna cevap sadedinde düşüncelere daldım. Bu arada O’nun ufûlü üzerine bir kahvehâne ortamındakine benzer şekilde gürültülü beyânatlara da kulak veriyordum. Klişe tâziye metinleri, içeriğinden bîhaber tekrarlanan iri iri laflar.

Bir an geldi, bir ses duyuldu ve mekân bu ses ile birlikte o an sükûta teslim oldu. Döndüm baktım, tanıdık bir sima şunları söylüyordu:

“Sezai Bey’in ölümü, herhangi bir şairin ölümü değildir. Bazı şairler büyük mimarlardır, görkemli yapılar inşa ederler. Süleymaniye’yi, Selimiye’yi inşaa ederler; bazılarıysa deniz kumuyla ilk depremde yıkılan binaları… Sezai Bey şiirin Süleymaniye’sini inşaa etti. Rahmeten vâsiâ… “

Benim de zihnimde benzer düşünceler geziniyordu; ama ben, Onun hakkındaki fikirlerimi bu kadar kısa hem de bu kadar uzun şekilde ifade edemezdim. Bu da nesrin “mısra-ı berceste”si olmalıydı. Hilmi Yavuz’a Sezâi Bey için bu güzellikte ve letafette sözler söyleten şey hiç şüphesiz merhum Şâirin “gerçekten” büyüklüğü idi. Bu sözler, ünlü bir şâir, mütefekkir, felsefeci, racon kesmekle maruf Hilmi Yavuz tarafından söylendiği için değerli değildiler, mahza hakikati aksettirdikleri için değerliydiler. Hilmi Yavuz, kendi çağdaşı bir Şâir’i böyle tebcil ederken “o, olmazsa olmaz şâir kibri”ni nasıl yenebilmişti.

“Şâir Kibri” tavsifini asla tahkir makamında kullanmadım. Aksine, şâirin kendine ve şiirine biçtiği değer ile toplumun Ona verdiği değer arasında dâima büyük bir uçurum bulunduğunu görüyor olmasıdır Şâiri kibre sevk eden.

Ama şunu söylemem lâzım; kimi şâir usule uymak adına kibirlenir, kimisi ise bu kibri gerçekten hak eder.

Şeyh Gâlib bunun pek renkli bir örneğidir. Şâir Nâbi’yi hicvederken ne kadar da müsamahasız olduğuna bakar mısınız:

Bir gâyete irdi kim me’âli

Tanzîrinün olmaz ihtimâli

(...)

Ta‘rîzâne idüp hıtâbı

Virdüm o gürûha bu cevâbı

 

Kim Nâbiye hiç düşer mi evfak

Şeyhun sözine kelâm katmak

 

Ey kıssadan olmayan haberdâr

Nâkıs mı bırakdı Şeyh ‘Attâr

 

Manzûme-yi Fârsîveş ebyât

Bi’l-cümle tetâbu‘-ı izâfât

 

İnşâya virür egerçi ziynet

Türkî söz içinde ‘ayn-ı sıklet

 

Evsâf-ı Burâk-ı Fahr-ı ‘âlem

Rahşiyye-yi Nef‘î andan akdem

 

Lâzım mı Burâkı medh ü tavsîf

Bu kârı ana kim itdi teklîf

 

Ve Gâlip Dede’nin kendine Fahriyyesi:

 

tarz-ı selefe tekaddüm ettim

bir başka lügat tekellüm ettim

 

ben olmadım ol gürûha pey-rev

uymuş belî Gencevî'ye Hüsrev

 

billah bu özge mâcerâdır

sen bakma ki defter-i belâdır

 

zannetme ki şöyle böyle bir söz

gel sen dahi söyle böyle bir söz

 

erbâb-ı sühan tamâm malûm

işte kalem işte kişver-i Rûm

 

gördün mü bu vâdi-i kemîni

dîvân yolu sanma bu zemîni

 

engüşt-i hatâ uzatma öyle

beş beytine bir nazîre söyle

 

az vaktde söyledimse anı

nâ-puhteliğin değil nişânı

 

gördük nice şâhlar gedâlar

bir anda yapar anı babalar

 

gencînede resm-i nev gözettim

ben açtım o genci ben tükettim

 

esrârını Mesnevî'den aldım

çaldımsa da mîrî malı çaldım

 

fehmetmeğe sen de himmet eyle

ol gevheri bul da sirkat eyle

 

 

çok görme bu hikmet-i beyânım

tevfîka havâle eyle cânım

 

în dem ki zi şâirî eser nîst

sultân-ı sühan menem diger nîst (***)

 

Aslında gerçek Şâir’i kibre iten, hırçınlaştıran, girdiği yolun sarplığı, aşılmazlığıdır. Necip Fâzıl’ın “Çile” şiirinde çok güçlü kelimelerle ifâde etmeye çalıştığı üzere; şâir hakikat arayışı yolunda Peygamberlerle birlikte yürümek ister. Varlığın, var oluşun sırrını çözmeye çalışır. Bütün büyük fikir adamları, şâirler, filozoflar hem sır çözme hem de bunları en güzel, en Bedii biçimde ifade etmek isteyenlerdir.   

Kendisi daha buradayken, aramızda yaşarken zamanını aşan eserler verebilen büyük san’atkâr, fikir adamları ve âlimler, varlığa bütüncül bir pencereden bakabilenlerdir. Bütün mükevvenâtın bir Sâhibi ve Yaratıcısı olduğuna inanan, Kâinatın zerreden küreye, bu Yaratıcının koyduğu şaşmaz ve yanılmaz kurallarla işlediğini bilenlerdir. Bu inanç ile ulaşılan bilgi, sanatkâr ve âlimi Yaratıcı ile kurbiyyete (mecazen) taşıdığında,  zamanı aşan ve herkesçe kabul gören, sevilen eserler böylelikle ortaya çıkar.

Şâir, zamanının ahalisi tarafından kullanılan lisanı aşar, aşmak zorunda kalır. Çünki beynini zonklatan sorular, bir başka lisan ile sorulmaktadır.  

Bu bakımdan Hilmi Yavuz’un Mimar Sinan ile Sezâi Karakoç arasında gördüğü yakınlık, son derece isâbetli olmuştur.

 

KIRIK DÖKÜK BİRKAÇ HÂTIRA

Sene 1970’lerin son dilimi. Bir grup arkadaşla, alanında hayli etkili olmuş ve çok satılan sanat, kültür ve edebiyat dergisi PINAR’ı neşrediyoruz.

Derginin Editörlerinden şâir-yazar Yetkin Dilek’in önerisiyle Üstad Sezâi KARAKOÇ ile bir mülakat yapmayı planladık. O zamanlar yayıncıların merkezi olmakla ün  kazanmış Üretmen Han’da bir odası vardı, orada çalışır, misafirlerini orada kabul ederdi.

Münasip bir zaman ayarlayıp Üretmen Han’daki odaya gittik. Sekreter arkadaş     -şu an ismini hatırlayamadığım için beni bağışlasın, yirmili yaşlarda sarışın biriydi- Sezâi Bey’in gelmediğini, gelip gelmeyeceği hakkında da bir bilgisi olmadığını söyleyip not bırakmamızı istedi. Meramımız anlatan kısa bir not bırakıp oradan ayrıldık. Bu arada Büronun telefon numarasını almayı da ihmal etmedik.

Bir iki gün sonra Büro’ya telefon edip, Sekreter arkadaşa Üstad’ın orada olup olmadığını, şayet orada ise ziyarete geleceğimizi söyledik. Buyurun gelin, Üstad burada cevabını alınca yeniden Üretmen Han’a gittik.

Üstad’ın çok zor bir insan olduğunu duymuştuk. Bizi nasıl karşılayacağı hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. Bu yüzden tedirgin ve telaşlıydık.

Odaya girdik. Sezâi Bey, masasındaydı. Selamımız aldı, fakat yüzünde bir memnuniyet ifadesi yoktu. Bir hoş beş imkânı ise hiç görünmüyordu. Ne yapacağımızı şaşırmıştık. Durumu kurtarmak için damdan düşer gibi maksadımızı, yâni şiir ve edebiyat konulu bir mülakat yapmak üzere geldiğimizi bir çırpıda söyledik. Hiç düşünmeden “olmaz” diyerek kestirip attı. Biz de süt dökmüş iki kedi gibi. Mahcup, utana sıkıla gerisin geriye döndük.

Çok sonraları, bu sevimsiz olayın bizden kaynaklandığını çözdük. Teşrifat hatası yapmıştık. Oysa sonuç alınabilecek iki seçeneğimiz vardı ve biz bunları aklımıza bile getirmemiştik. Birincisi, O’nun üç-beş kişiden fazla olmayan yakın dost ve talebelerinden biriyle konuyu görüşecek ve bize elçilik yapmasını isteyecektik. Çok büyük bir ihtimalle mülakatı yapardık ve ortaya gelecek nesillere kalacak güzel bir şey çıkardı. İkinci yol, yine bir görüşme saati ayarlayıp gitmek ve mülakat filan demeyip, maksadımızı, kimliğimizi, görüşlerimizi, kendisi hakkındaki düşüncelerimizi nezaketle anlatıp, en son sözü mülakata getirmekti. Bu da mülakatın tahakkukuna yarardı. Ama yapamadık; bu akamete uğramış sâfiyâne teşebbüsümüz içimizde hep bir ukde olarak içimizde kaldı.

Yukarıda şâir ve kibri üzerine serdettiğimiz sözler aslında biraz da Sezâi Bey’i anlama anahtarı kabilinden sözlerdi. Sezâi Bey’in kibri görünmezdi, Necip Fâzıl’ınkinin aksine. O, içine kapanarak “topluluğa bulaşmayarak” kozasını örüyordu.

 

ERZURUM KIRAATHÂNESİ

 

Sezâi Bey. Gündüz vakitlerini Cağaloğlu’nda geçirdiğinde Üretmen Han’daki odasında oturup kalmazdı. Özellikle bir şeyler okuyup yazmak istediğinde civardaki kahvehanelere giderdi.

Bunlardan en çok devam etiği mekân Cağaloğlu’nun Divan Yolu tarafında yer alan tarihi bir hamamın yakınındaki Erzurum Kıraathânesi idi. Fakir de dergi ve gazetelerin gürültülü binalarında yoğunlaşıp bir şeyler yazmak zorlaşınca iş bu Erzurum Kıraathanesi’nin müdâvimi olmuştuk. Haftanın birkaç günü orada Üstad ile karşılaşır, birbirine yakın masalarda otururduk. Beni tanımıyordu. Kendisi gibi orada bir şeyler okuyup yazan tek kişi olmama rağmen ilgisini. dikkatini çekmiyordum. Ben de konduğu daldan mutlu ve memnun bir kuş gibi orada duran Üstâd'ı taciz edip yerinden uçurup kaçırmamak için O’na yaklaşmıyordum.

Sezâi Bey’in Erzurum Kıraathanesindeki masasının üstünde iki yabancı gazete mutlaka bulunurdu; Le Monde ve Le Figaro. Malumdur ki bunlardan Le Monde, Fransız Sol’unun, Le Figaro ise Fransız Sağ’nın sesi idi. Ama her ikisi de düzeyli, ciddi yayın organlarıydı. -o zamanlar-

 

SEZÂİ KARAKOÇ’TA MEKÂN – ZAMAN ALGISI

Sezâi Karakoç merhûm’u şâir, mütefekkir, gazeteci, dergici ve nihâyet siyasetçi olarak biliriz, tanırız. Ama O’nda öyle bir özellik vardır ki, yukarıda sayılan mesleklerin tümü kapsamında verdiği bütün eserler, şiirler, yazılar, beyannâmeler ve konuşmalara bu özellik ruh katar; Bu, Ondaki “zaman ve mekân” anlayışı farklılığıdır.  Bu algı ya da anlayışı kavramadan kâmil anlamda bir Sezâi Karakoç portresi çizemeyiz. Dolayısıyla Şâir’i de yeterince tanıyamayız. Oysa böyle bir portreyi ayrıntılarını da ihmal etmeden tanıdığımızda karşımıza Evrenin ve Yaratıcı’sının tasavvufi ıstılahta “tevhid” diye isimlendirilen varlık bilincini hayat tarzı hâline getirmiş bir insan çıkar. Şunu demek istiyoruz:

  Meselâ biz saat, gün, ay yıl gibi zaman birimlerini belirli amaçlar doğrultusunda kullanırız. Sezâi Bey, hayatında ve eserlerinde bu zaman birimlerini bizim idrakimizdeki karşılıkları ile kullanmaz. Hatta bunları kullanmaz bile. Diyelim ki “Hızır’la Kırk Saat”te saat birimini kullandı. Kolayca anlarız ki bu bir mecazdır. Çünki Sezâi Karakoç için kırk asırla kırk saatin farkı olamaz. Zaten Hızır söz konusu ise zaman ve mekân buharlaşır.

 Bizim fizikî evren tasavvurumuzda yer alan bütün kavramlar dünya, ay ve güneşin hareketlerini bir sistem dâhilinde anlamak ve anlatmakla ilgilidir. Ve bu kavramların dünya dışı âlemde hiçbir hükmü yoktur. Tıpkı bunun gibi, Sezâi Bey için içine doğduğu mekân da Dünya ile sınırlı değildir. Hızır’la buluşan Sezâi Bey’e bu buluşma hangi mekânda gerçekleşti diye sormanız abes olur.

 Sezâi Bey, bizlerin yaptığı gibi ânı ve mekânı sabitlemez, durdurmaz, dondurmaz. Bunlar herhangi bir varış noktası ile mukayyet olmaksızın akıp giderler. Sezâi Karakoç da bu akışa teslim olmuştur. O’nun kendini bizlere âit zaman ve mekân anlayışından ve çağdaşı insanlardan izole etmesinin, karakter yapısı, psikolojik durumu ile ilgisi yoktur. O sanki İlahi bir ışık huzmesinin aydınlattığı bir âlemde her varlığı bilinen anlam ve şekillerinden farklı görmüş ve bir dervişin kırk gün uzletinde yaşadığı ve şâhit olduğu derin müşahede ve murakabesi sonunda başka bir dünyaya yeniden doğmuştur. İşte bu tahavvüle Sezâi Karakoç, DİRİLİŞ demiştir.

    Sezâi Karakoç’un DİRİLİŞİ, ba’sü ba’del mevt (mahşer dirilişi) i andırır, tam bir DİRİLİŞ. Çürüyen başaktan fışkıran filiz gibi. Nuh Tufanı sonrası yaşanan DİRİLİŞ.

    Sezâi Karakoç’un “zaman tasavvuru”, Kelâm-ı Kadim’in zaman tasavvurudur; teselsül etmez, bölünemez, devirlere ayrılamaz. Karakoç da Zamana böyle bakar. O, sadece bu çağa âit bir insan değildir, Hz. Âdem’le yaşıttır, İbrahim, Nuh, Musa, Hızır ile kardeştir. Karakoç’un takip ettiği yol, Bir olan Allah’ın Bir olan Yoludur, Sırat-ı Müstakimdir. Hz. Adem’den beri süregelen bu yoldakilerin tamamı kardeştir, tanıştır; bizim zaman ve mekân anlayışımızla mukayyet olmaksızın.

   Sezâi Karakoç’un mekân tasavvuru bu günki genel geçer Coğrafya malumatından ötedir. Siyasi hudutlar, ülkeler, şehirler; bunların hepsi tektir ve bütün dünya, insan denen türün evidir. Bir ev, bir âile ve Allah’ın bunlara müsahhar kıldığı sayısız nimet, gökyüzü, yerdekiler, su, nebatat, hayvanat… Hepsi de “Tevhid rüknü”ne bağlı varlıklardır.

   Hak ile Bâtılın, zulüm ile nûrun zıtlaşması, ilk insanla başlayan ve kıyamete kadar devam edecek olan Âdemoğlunun savaşması, Sezâi Karakoç’un kalbindeki ve zihin dünyasındaki “İlahî Tevhid”e mugayir değildir; aksine onun icabıdır. İnsan insanı öldürür şüphesiz, ama bu, kişinin aslında kendi kardeşini öldürdüğü en özlü ifade ile “kendini öldürdüğü” hakikatini değiştirmez.  Her insan tektir, Âdemdir, Âdemdendir ve  O da topraktandır.

   Bu zaviyelerden baktığımızda, Sezâi Karakoç’u, modern, gelenekçi gibi tasniflere sığdırmak ve bu yollarla anlamaya çalışmak mümkün olmaz. Çünki bunlar ve benzeri tasnif, tavsif ve tasvirler O’nun zaman-mekân tasavvuru içinde yer almazlar.

   Bana kalırsa Sezâi Karakoç ve eserleri, yukarıda zikredilen sebeplerden dolayı “kalıcı” olacaklardır. Çünki kalıcı olmuş bütün sanatkâr, şâir ve mütefekkirler, tıpkı Sezâi Bey gibi kendilerini çağlarının genel-geçer zaman ve mekân anlayışlarının dışında tutanlar, kalıcı olan değerlerle yürüyenler arasından çıkmışlardır.

Bizim bu mekânımızın ve zamanımızın hem içinde ve fakat aynı zamanda dışında yaşamışlardır. Bunların çoğunun da hayatlarının tamamında veya hiç değilse bir bölümünde zaman ve mekândan sıyrılarak münzevi hayatlar yaşadıkları herkesçe malumdur.

        Bu açıklamaları, Sezâi Karakoç’un bir şiiri üzerinden okuyalım ve Şâir’in çizilen portresi ile ne derece tetabuk ettiklerini görelim:

 

“HIZIR’LA KIRK SAAT”TEN BİR DEMET

 

Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz
Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz
Kadının üstün olduğu ama mutlu olmadığı
Günlere geldim bunu bana öğretmediniz
Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı
Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim
Bunu bana söylemediniz
İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler
Bunu bana öğretmediniz
Kardeşim İbrahim bana mermer putları
Nasıl devireceğimi öğretmişti
Ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım
Ama siz kağıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini
nasıl sileceğimi öğretmediniz

Bir kentten daha geçtim
Buğdayları yakıyorlardı
Yedikleri pirinçti
Birbirlerine açılan borular gibi üfürüyorlardı
Sonra birbirlerinden borular gibi çıkıyorlardı
Pirinçler gibi çoğalıyorlardı
Atlarını yalnız atlarını cana yakın buldum
Öpüp çıkıp gittim yelelerini

 

 (*) Ümran, Aralık-2021

(**) Yazımızda “kibir” kelimesini, Kur’an-ı Kerimde çokça zikredilen “kibir”in karşılığı olarak kullanmadık. Yazdığı bir metni, şiiri, ortaya koyduğu bir eseri çok beğenmek, en iyisi saymak, benzersiz zannetmek gibi beşerî hislerin toplamı olarak KİBİR…
(***) سلطان سخن منم دكر نيست – Sözlerin Sultanı Benim Diğerleri değil



 

   

 


Etiketler: , , , ,