14 Eylül 2023 Perşembe

HER ÇAĞDA ÖNDER BÜYÜK DEVLET VE SİYASET ADAMI NİZAM-ÜL MÜLK

                                                                                   Mehmet Akif AK

İslâm Dünyasının yeni ve zorlu bir dönemeçte bulunduğu bir sırada O'na “Nizam-ül Mülk” unvanını verdi zamanın Abbâsî halifesi, Kâim bi Emrillah. Nizam ül Mülk, yâni ülkenin, devletin düzeninin kurucusu, nizâm vericisi. Halife, "Dünya Sultanının veziri Hasan bin Ali Bin İshak El-Tûsi'ye (asıl adı), Nizam-ül Mülk'e ilave olarak "Kıvamıd-Devle ved-Din” lakabını verdi ve buna "Râziya Emir-ül Mü'minin" unvanını da ekledi.

Aynı Halife'nin, "Melik-ül İslâm ve'l-Müslimîn”, “Burhan-ı Emir-ül Mü’minin”, “Rüknüddin”, “Melik'ül Maşrıkı ve'l Mağrib", “Şehinşâ’ul Muazzam” unvanlarını verdiği Sultan Tuğrul bey'in inşâ ettiği, hakîki mânâsıyla Ulu bir Devletin veziri idi Tus'lu Hasan.

Tuğrul Bey'in vefatından sonra Selçuklu tahtına geçen Ebu'l- Feth Alp Arslan'ın yanında başlamıştı Selçuklu'ya hizmete ve Büyük Selçuklu Devleti'nin Alp Arslan ve Melikşâh gibi Cihanın az gördüğü iki Sultan'ının yanında otuz sene boyunca sultandan sonra en yetkili ve sorumlu devlet adamı olarak hizmet görmüştü. Büyük Selçuklu yükselişinin zirvesini teşkil eden bu otuz yılda, devrin tarihe mal olan her "büyük olay"ında, Sultan'ın adının hemen yanı başında Nizam-ül Mülk ismi parıldamaktadır.

İslâm dünyası gerçekten büyük bir dönemeçteydi bu çağda. İslâm Peygamberi'nin (sas), dünyayı nurlandırdığı zamanlardan başlayarak bazı kesintilerle o zamana kadar gelen yayılma, artık yerini elemli bir düşüşe terk etmişti. Doğu Roma, hudutlarda her an geçmişin intikamını almaya hazır beklerken Selçuklu içindeki kargaşa, Doğu Roma tehlikesinden pek de önemsiz değildi.

Halife ancak bir şehre güç yetirebiliyor, Şiî ve Batınî eşkıyalar bütün İslâm beldelerinde Terör estiriyorlardı. İslâm'ın yozlaşması ve yok olmasına yönelik bu iç tehlikeler, Fatımî devletinin desteğiyle güçlü ve teşkilatlıydılar. Bu amansız saldırılara karşı küçük çaplarda da olsa bir süredir başlamış bulunan Ehli Sünnet direnişi ve savunması ise yığınla engel, baskı ve zulümle birden savaşmak zorundaydı ve ne yazık ki büyük çapta sindirilmiş durumdaydı.

İslâm dünyasının kararmaya başlamış ufuklarında yeni bir umut ışığı belirdi. Bu ışık, Türk soyunun o çağdaki en asil kesimi ve halis Müslümanı olan Selçuklulardan geliyordu. Dandanakan Zaferiyle başlayan Selçuklu yükselişi, aslında İslâm'ın da yükselişi oldu. Gerçek İslâm, bir diğer deyişle Sünnî'lik yeniden bir yükseliş devrine girmişti. Halife'nin Selçuklu Sultanını öncesi ve sonrasında hiçbir çağda görülmemiş şekilde iltifatlara boğmasını ve Vezir’ini de Nizam-ül Mülk diye adlandırmasının sebeplerini yukarıda zikredilen hâdiseler zaviyesinden baktığımızda daha iyi anlamış oluyoruz.

BÜYÜK GÖREVLER İÇİN HAZIRLANAN BİR KİŞİLİK

Hasan, Horasan'a bağlı Nukan kasabasında doğdu (1018). Baba, kimi kaynaklara göre fakir, kimine göre ise varlıklı. Fakat, kasabanın ileri gelen memurlarından olduğu malum. Kardeşi ile birlikte iyi bir öğretim gördü. 11-12 yaşlarında Hafız-ı Kuran, sonra Şafiî fıkhı eğitimi. Kısa zamanda bu Mezhebin ileri gelenlerinden, otoritelerinden biri oluş.

Tanınmış edebiyatçılarla dostluk kurup, edebiyatın lezzetlerini tadan Tus'lu Hasan, bu alanda da yeteneğini ispat etti. Ancak kader O'nu bir başka cazibe merkezine doğru çekiyordu. Öğretimden ve edebiyat çevreleri ile ilişkilerinden kazandığı iyi yazma ve güzel konuşma özelliği, kaderin ona hazırladığı asıl mesleğin değerli birer süsü olacaktı. Tus'lu Hasan "idareci" yaratılmıştı. Fıtratının O'nu sürüklediği idarecilik mesleğine geçtiğinde iyice pişmiş ve kıymetli meziyetler edinmişti.

İlk sıralar Gazne devletine bağlı Horasan Vilayet-i Umumi valisi Ebu'l- Fazl Sûri'nin yanında babasıyla birlikte görev yaptı. Türk tarihinin önemli dönüm noktalarından biri olarak tarihe geçmiş Dandanakan savaşından sonra kısa bir müddet Gazne'de bulundu ise de tekrar Horasan’a dönerek Selçukluların hizmetinde çalışmaya başladı. Belh valisi Ali bin Şadan'ın yanında eziyetli geçen yılları. Vali ile bir türlü yıldızları barışmayan Hasan, Çağrı Bey'e sığındı. Çağrı Bey ise büyük kabiliyetler sezdiği Hasan'ı Merv'de bulunan oğlu Alp Arslan'ın yanına gönderdi.

Çağrı Bey, oğlu Alp Arslan'a şunları söylüyordu Hasan için: "Ya Muhammed, bu Hasan Tûsi'dir. Re'y ve tedbirde örnektir. Buna saygı göster. Bunu baba yerinde tut. Re'y ve tedbirini gözet. Buna muhalefet etme, bunun tedbirine muhalif yola gitme."

Sultan-ül Muazzam Tuğrul Bey vefat ettiğinde oğlu olmadığı için Selçuklu tahtına kardeşi Çağrı Bey'in oğlu Süleyman geçecekti. Tuğrul Bey'in Süleyman'ı Veliahd göstermesine sebep, kardeşi Çağrı Bey'in ölümü üzerine O'nun hanımlarından Süleyman'ın annesi ile evlenmiş olmasıydı. Tuğrul Bey'in veziri Amid-ül Mülk de Süleyman için çalışıyordu. Halbuki umumi arzu Alp Arslan'ın sultanlığı yönündeydi. Alp Arslan'ı Selçuklu tahtına geçmeye teşvik eden ve bu mücadele başlayınca da ona büyük yardımlar ve yararlar sağlayan kişi Tus'lu Hasan oldu. Ancak bu sırada Selçuklu tahtı için daha büyük bir tehlike belirmişti. Kutalmış, Selçuklu boyunun en büyüğü olduğu iddiasıyla ortaya çıkmıştı. Yine Tus'lu Hasan'ın yardımıyla Alp Arslan Kutalmış'ı bertaraf etmeyi başardı. Bu başarı Al Arslan'ın Selçuklu tahtına geçişini kesinleştirdi (1064). Bu esnada kesinleşen bir başka şey de Tus'lu Hasan'ın vezirliği idi. 1064'ten onun vefat tarihine (1092) kadar sürdü bu vezirlik yılları, Tus’lu Hasan bakımından birbirini izleyen sayısız başarı ile süslendi.

SULTANLIĞIN VE VEZİRLİĞİN YENİ ANLAMI

Nizam-ül Mülk'ün devlet teşkilatından başlayarak içtimaî ve iktisadî hayatta, dinî ve tabii ilimler alanında vesile olduğu değişiklikleri ve yenilikleri biraz sonra müşahhas örnekleriyle göstereceğiz Fakat burada öncelikle belirtilmesi gerekli bir konu çıkıyor önümüze: Nizam-ül Mülk ile birlikte hem vezirlik ve hem de bir ölçüde sultanlık yeni bir merhaleye kavuşmuştu. Türklerde çok eskiden beri var olan hanlık, hakanlık geleneği bu devirde İslâm ile yoğrulmuş olarak en olgun seviyesine çıkıyordu. İslâm’ı kabul etmiş öteki Türk hakanlıklarının zaruri olarak yaşadıkları geçiş dönemi Selçuklular ile birlikte sona eriyor, devlet, mükemmel bir İslâm devleti olarak, İslâm’ı kabul ve kendi bünyesinde uyguladıktan başka onun i'lası, yayılması ve tehlikelerden korunması görevini de üstüne alıyordu. Osmanlı Devleti, Selçukluların yaşadığı böyle bir tecrübenin harika meyvesidir. Hiç şüphesiz bunda harici işlerden çok devletin temellerini atma, iç meselelerini halletme gibi işler ile meşgul bulunan -tıpkı sonraları ahfadından Kara Osman'ın yaptığı gibi- Tuğrul Bey'in de büyük payı bulunmaktaydı. Halife ile ilk ciddi temasları yapan O'dur. Ama bu resmî münâsebeti,  bazı esaslara bağlamak, Alp Arslan'a ve özellikle de Nizam-ül Mülk"e nasip olmuştur. Nizam-ül Mülk adının O’na halife tarafından verilmiş olması da bunu açıklar. Ayrıca bir Vezir’in yetki, görev ve sorumluluklarının ne olduğu, bunların hangi hudutlarda sona erdiği hususları da Nizam’ül-Mülk ile birlikte belirli, açık kaidelere bağlanmıştır. Nizam’ül-Mülk'ün hem gelmiş geçmiş sultanların başaramadığı birçok işleri başarması, hem de otuz yıl vezirlik makamında kalması, buna karşılık Sultanlık makamına bütün yönleriyle layık olduklarını icraatlarıyla ispat eden Alp Arslan ve Melikşah ile birlikte çalışabilmesi, bu kaidelerin başarıyla uygulanmış bulunduğunu gösterir. Sağlam esaslar üzerine oturmamış olsaydı bu vezirlik bu kadar uzun süreli ve o ölçüde muvaffakiyetlerle dolu olamazdı.

 İDARİ YENİLİKLER

Nizam-ül Mülk, benzersiz kitabı Siyasetnâme'sinde devlet yönetiminde yapılan değişiklikler ve getirilen yenilikleri açık seçik olarak anlatır. Bunları uzun uzadıya açıklamaya sınırlı dergi sayfalarında imkânımız yok. Konuların başlıklar halinde sıralanması bile bu yazının çerçevesini aşar. Ancak belli başlı konular başlığı altında özetlenmesi bir ölçüde kabil olabilir.

Tus’lu Hasan'ın Devletin İşleyişine dâir ortaya koydukları, tümüyle kendine ait yeni şeyler değildi. Bir defa İslâm, her konuda ilk kaynak olarak önünde duruyordu. Bunun yanında Gazneli ve Sâmâoğulları tecrübesi, Nizam-ül Mülk'ün başlıca kaynağı olmuştu. Bütün teferruatıyla Selçuklu Saray Teşkilatı ve Divanı, bu ana kaynak ve tecrübelerin icrâata geçirilmesi anlamına geliyordu. Vezirlik, maliye, milli savunma, teftiş, hariciye alanlarında ayrı ayrı divanlar ve merkez divanın kaideleri belirlenmişti ve uygulanıyordu. Ayrıca Nizam’ül-Mülk İslâm esaslarına dayalı mahkemeler kurulmasına da önem vermişti. Merkeze bağlı eyaletlerde de küçük çapta divanlar kurulması Nizam-ül Mülk ile başlar, bütün bunlar Siyasetnâme’de ayrı ayrı kaydedilmiştir.

Siyasetnâme'nin sonunda yer alan aşağıdaki bölüm, kitabın değerini gösterdiği gibi aynı zamanda ihtiva ettiği konuların da bir özeti durumundadır:

" İşbu Kitabı Siyasetin yazılması bitti. Bu konuda bir kitap yazılmasını, Hüdâvend-i Âlem (Melikşah), bu bendeye ferman buyurduğunda emre itaat ederek, kitabın tertibine başladım. Açıkça ifadelerle otuz iki bölüm halinde yazıp gerekli düzeltmeleri yaptım ve yüce Huzura takdim eyledim. Yüce Makamca kabul olundu. Ancak bu yazılanlar bir özet olduğundan daha sonra bazı ilaveler yaptım. Her bölümle ilgili nükteleri artırıp açık bir dille anlattım, genişlettim. 485. senede Bağdat tarafına gideceğim zaman Saray kütüphanesi yazıcılarından Muhammed Mağribi'ye verdim ve okunaklı ve güzel bir hat ile yazmasını ve eğer bu seferden dönmek bu bendeye nasip olmaz ise, şu defteri Huzuru Hüdâvend-i Âlem'e (Melikşah’a) takdim eylemesini tenbih ettim. Ta ki Hüdâvend-i Âlem bununla dâima uyanık bulunsun, işlerinde ve hareketlerinde dikkatli ve tedbirli olsun ve her zaman bu kitabı mütelaa etsin. Bu kitapta hem nasihat hem hikmet ve mesel ve Kur'an tefsiri, hem Nebî Aleyhissalat ü Vesselâmın haberleri, Siyeri ve geçmişte yaşamış adaletli sultanların hikâyeleri vardır. Bizden öncekilerden haber ve bizden sonrakilere kıssa ve hikâye mevcuttur. Her ne kadar uzun ise de yine de özlü olup Adaletli Padişaha layıktır. Allah daha iyisini bilir."

Nizam-ül Mülk'ün gerçekleştirdiği büyük idâri yeniliklerinden biri de İktâ’ usulüdür. Bu usul, hazineden maaş vermeden devletin ihtiyacı olan koca bir ordunun beslenmesini sağlayan usuldür. İkta’ sistemi, devlet idaresinde daha öncelerden bilinmekle birlikte Nizam’ül-Mülk İkta'ı keyfi ve şahsi takdirlere bağımlı olmaktan çıkarıp, devletçe tespit edilen belirli nizamlara bağlamıştır. Buna göre İkta’ sahipleri, devlete karşı sürekli bir sorumluluk taşırlardı. İkta’lardaki ahalinin haksızlığa uğramaması, ezilmemesi için sağlam esaslar konulmuştu. İkta’, hem devlete hem ikta’ sahiplerine, hem de ahaliye fayda sağlayan bir müessese haline getirilmişti.

İdari alandaki bütün bu yenilikler ufak-tefek bazı değişikliklerle daha sonraki Bütün İslam-Türk devletlerinde uygulanmıştır. Özellikle Osmanlılar bazı Selçuklu müesseselerinin sadece adını değiştirmekle yetinmişlerdir.

EHLİ SÜNNETİ SAVUNMA MÜCADELELERİ VE NİZAM-ÜL MÜLK

Büyük Selçuklu Devleti'nin ve bu arada Nizam-ül Mülk'ün adını İslâm dini bâki kaldıkça yaşatacak çok önemli bir hizmeti de bu devletin Sultanı ve Vezir’inin, Ehli Sünnet yolunun baskılardan kurtarılıp geliştirilmesi ve yüceltilmesi için gösterdikleri büyük gayrettir.

O yıllarda İslâm dünyası ipi kopmuş bir tespih gibi parça parça dağılmıştı. Gerçek İslâm'ı temsile en yakın câmia olan Ehli Sünnet Yolunu ve İslâm’ın temel esaslarını yozlaştırmak, Müslümanları parçalayıp bir birbirleriyle savaştırmak isteyen sapık mezhepler ile devam eden kavga, hızla Ehli Sünnet tarafının aleyhine dönmekteydi. Öte yandan Ehl-i Sünnetçe Hak Mezhepler olarak nitelendirilen mezhepler arasında var olan bazı basit ihtilaflar, büyütülerek kavga, husumet, çatışma vesilesi ediliyor ve hiç önemsenmeyecek derecede bulunan söz konusu ihtilaflara dayanılarak, bu mezheplerin de kendi aralarında vuruşmaları isteniyordu. Tuğrul Bey'in veziri Amid-ül Mülk bile bu yanlışlığa düşüyor, Eş'arîleri lanetleyip Şafiî'leri baskı altında tutuyordu.

Nizam-ül Mülk, bu fesat kargaşasına derhal son verdi. İlk olarak bahsi geçen baskılar sonucu memleketini terk etmek zorunda bırakılan devrin Din âlimi ve İrfan ehli büyük zâtlarından Ebu'l-Kasım Kuşeyrî, İmam'ül Harameyn Ebu'l-Meâli Cüveynî gibi şahsiyetlerin tekrar yurtlarına dönmelerini sağladı. Bu ve benzeri tedbirlerle Müslüman ahalinin korkmadan Sünnî mezhepler etrafında toplanmasını teşvik etmiş oldu.

Nizam’ül-Mülk, büyük önem verdiği Ehli sünnet mücadelelerinin tefrikacılara karşı başarıyla sonuçlanması ve hayırlı neticelere ulaşmış bulunmasını gelecekte de teminat altına almak için, kendi alanında bir ilk olan ve mükemmel bir örnek teşkil eden büyük projesini gecikmeden hayata geçirmişti bile; Nizamiye Medreseleri

NİZAMİYE MEDRESELERİ

Çok sonraları Batıda üniversite adıyla ortaya çıkan öğretim kurumlarının kurulmasında örnek alınan ve bizim medreselerimizde de uzun zaman yaşatılan model bir kuruluş oldu Nizamiye medreseleri. Adını, kurucusundan alıyordu. Bu medreselerin Bağdat'tan başlayarak öteki belli başlı İslâm merkezlerinde de açılmasının birçok sebebi yanında Sünnîliği halk arasına yayma ve yerleştirme, sünnî mezheplere gelişme, müesseseleşme imkânları sunma amacı en başta gelmekteydi.

Büyük Vezir, Ebu-l Feth Sultan Alparslan'ın da himmet ve isteğiyle ilk Nizamiye medresesini Bağdat'ta kurdu (1066). Az zaman içinde Bağdat örnek alınarak Isfehan, Rey, Nişabur, Merv, Belh, Herat, Basra, Musul, Amul’da da aynı adla medreseler hizmete açıldı. Bu tarihlerden önce de medrese vardı İslâm dünyasında, ama bunlar özel mahiyette idi. Büyük çaplarda da değillerdi. İlk defa olarak Nizam-ül Mülk, medreseleri devlet himayesine aldı, genişletti, herkese açtı. Bu, inkılap çatında bir değişiklikti. Önceki Medreseler ise vakıf esasına dayanıyorlardı ve ücretsiz Öğretim yapıyorlardı. Bu, durum anılan medreselerin gelişmesini güçleştiriyordu.

Devrin belli başlı büyük din alimleri, Sünnî Mezhep imamları, Nizamiye medreselerinde toplandılar. İmam Gazali bunlardan biri idi. Gazali, Sultan tarafından bu medreseye nasıl davet edildiğini bir kitabında anlatıyor. Medreseler az zamanda Ehl-i Sünnet için bir toparlanma ve gelişme merkezi oldular. Ehl-i Sünnet'in bu yıkılmaz kalesi gün geçtikçe yükseldi ve adı hariç tutulacak olursa İslâm dünyasında asırlar boyu yaşadı.

Nizamiye medreselerinde sadece dini ilimler okutulmazdı. Tabiî ilimler, matematik, mantık ve astronomi de derslere konu edilirdi.

Nizamiye medreseleri ile ilgili bir olay:

Medresenin müderrislerinden İmam Kuşeyri'nin oğlu Ebû Nasr, Hanbelîler aleyhine vaazlar vermeye başlamıştı. Hanbelîler ise buna dayanamayıp Eş'arî'lere saldırıyorlardı.

Yer yer cinayet bile işleniyordu. Nizam-ül Mülk derhal hadiseye müdahale etti. Medresenin ileri gelen müderrislerinden meşhur Ebû İshak Şirâzi’ye bir mektup yazarak Sultan'ın ve kendisinin herhangi bir mezhebi korumadıklarını ve mezhepler arasında bir ayrım siyaseti gütmediklerini Nizamiye'nin sadece ilmin korunması ve yükselmesi gayesiyle açıldığını, Ahmet İbni Hanbel'in de İmamlar arasında bulunduğunu hatırlattı. Bu mektuptan sonra bütün vaizler-müderrisler bir toplantı yaparak vaazlarında usul ilmi ve mezheplere girilmemesini kararlaştırdılar. 1080'de bu husus bir disipline bağlandı. Fakat mağrip âlimlerinden olup Nizam-ül Mülk tarafından Nizamiye Medresesine tayin olunan Ebu'l Kasım El-Bekri, vaazlarında Ahmet İbni Hanbel'i bir yandan övmekle beraber diğer yandan Hanbelî'leri kötülemeye başlamıştı. Bu tatsız olay da anılan âlimin merkeze çağrılması ve uzun müzakereler sonucunda ikna edilmesiyle bir çözüme bağlandı. Bundan böyle medresede herhangi bir olay çıkmaması için de kapısına Türk muhafızlar konuldu.

Nizâmiye Medreselerine zamanında özellikle Mâverâünnehir âlimleri tarafından çeşitli eleştiriler gelmiştir. Medreselerin devlete bağlı olması, onların siyasetin tesiri altına gireceği, Medreselerde sâdece Eş’arî ve Şafiî mezhepleri üzerine ders verilmekte bulunması gibi. Bunlar haklı eleştirilerdi. Bu eleştiriler zamanla karşılık bulmuş ve eğitim programlarında bazı düzeltmelere gidilmiştir. 

EHLİ SÜNNETİN KUDRETLİ DEVLETİ SELÇUKLULAR

Artık Cihanı titreten bir Ehli Sünnet devleti vardı. Uzun bir küsuf (fetret) döneminden sonra İslâm, başlangıcındaki saflık ve temizliğiyle yeniden kendi devletine kavuşuyordu. Bu devletin başında, Divanında fakirlerin isim listesi yazılı olan, her Ramazan ayında yoksullara 15.000 dinar dağıtan ve tıpkı selefi ve amcası Tuğrul Bey gibi çok dindar bir Sultan olan Alp Arslan vardı. Bütün dünyaya şunu ilan ediyordu bu büyük Sultan:

"Kaç defa söyledim biz bu ülkeleri silah kuvvetiyle aldık. Temiz Müslümanlarız ve bid'at nedir bilmeyiz. Bu sebeple Allah, halis Türkleri aziz kıldı." Sultan Alp Arslan ardından Büyük Selçuklu Devletinin saltanat makamına babasından hiç de geri kalmayan hatta Onu yer yer aşan ve asırlarca Âdil Sultan diye anılacak olan Melikşah gelecekti.

 Özellikle Nizam’ül-Mülk'ün vezirlik yaptığı otuz yıl içinde en parlak devirlerini yaşayan Büyük Selçuklu Devleti, İslâm dünyasına yönelen içerden Şiî-Batınî ve dışarıdan Doğu Roma tehlikesi, uzun zaman toparlanamayacak biçimde kırıldı ve püskürtüldü. İslâm dünyasının büyük çoğunluğunu teşkil eden ve fakat şiddetli baskılar sebebiyle iyice sinmiş ve içine kapanmış bulunan Sünnî Müslümanlar, uyandılar, derlendiler,  toparlandılar. Selçuklu devletinin İslâm'a ve Müslümanlara yaptığı bu hizmeti ifade etmek için kelime bulmakta güçlük çekilir.  

Bu gıpta edilen kemalin elbette bir zevali de olacak; Kudret ve Haşmetin zirvesinde iken yaşanan yıkıcı bir sarsıntıya da sıra gelecekti.

 “TAÇ” İLE “DİVİTİN” KAVGASI VE PEŞ PEŞE YOK OLUŞ

Bu öyle bir zamandı ki, Büyük Selçuklu İmparatorluğu ve hatta bütün İslâm Âlemi ile birlikte Genç Sultan ve İhtiyar Vezir de kudret ve haşmetlerinin son derecelerinde bulunuyorlardı. İşte her kemal gibi bu ihtişam zirvesi de bir zevâlin başlangıcı oldu. Zevâl, Sultan ile Vezir’in aralarının açılmasıyla başladı. Düşmanları ve rakipleri, bir süredir Nizam’ül-Mülk'ü Sultan'ın gözünden düşürmeye çalışıyorlardı. Sultanlığın, tarihimizdeki en parlak örneklerinden biri olan Melikşah ile Vezirlik Makamının kendisiyle birlikte yeni bir döneme evrildiği büyük vezir Nizam’ül-Mülk arasındaki münasebetler ve sonraki kriz günlerinde karşılıklı olarak yöneltilen tenkitler, suçlamalar, Selçuklu tarihi bakımından çok önem taşıyordu diyor Osman Turan.

Bu "zevâl" sürecinin çeşitli kaynaklardan derlediğimiz safhaları söyle           gelişmişti:

Sultan ile Vezir'i uzun bir zaman tek vücut gibi hareket etmiştiler. Her birinin büyüklüğü, diğerinin büyüklüğünü hazmetmeye engel değildi. İkisinin de İslâm’ı iyice sindirmiş bir şekilde yaşamakta olmaları ve örnek alınabilecek hayatları, başlı başına bir tarihi doldurabilecek başarılarla müzeyyen beraberliklerini her şartta devam ettirmelerinin teminatı olmakta idi. Vezir’in sultana ve saltanata bağlılığı, sadakati, teslimiyeti sonsuz; Sultanın Vezir’ine karşı tutumu saygılı ve kadirşinâstı. Sultan Alp Arslan, Nizam-ül Mülk'ü oğlu Melikşah’a Atabeg tayin etmiş, küçük yaşlarda ikisini birlikte savaşlara göndermişti. Bu savaşlardan büyük başarılarla sonuçlanan Gürcistan seferinde Melikşah on iki yaşındaydı. Sarayda, savaşta, avda, yemekte, devam eden bu beraberlikte, asırların tecrübesi ile İslâm'ın kişileşmiş bir timsali olan Koca Vezir, Melikşah'ı eğitiyor, üstün meziyetlerle donatıyordu. Melikşah'ın fıtratındaki kabiliyet bu engin tecrübeyle birleşince bambaşka bir şahsiyet oluşuyor ve olgunlaşıyordu.

Sultan Alp Arslan, bir batinî hançeriyle Şehit edilince, bu ölümü Devletin geleceği adına gayet dikkatle bir süre için gizleyen ve herhangi çıkması kuvvetle muhtemel bir karışıklığın çıkmasını önleyen Nizam-ül Mülk, Melikşah'ın meşru hakkı olan (Babası O’nu veliaht tayin etmişti, ama hânedan içinde buna karşı çıkan ve pusuda bekleyen kişiler, gruplar vardı) Sultanlık tahtına geçmesinde de küçümsenemez katkılarda bulundu. Melikşah’ın Amcası Kavurd ve daha sonra kardeşi Tökiş, Selçuklu saltanatında hak iddia ettiler. Büyük Vezir’in tedbiri, siyasi ve askeri dehası, bu fesat hareketlerini dağıttı. Selçuklu tırmanışı Melikşah ile birlikte hızlanarak ve genişleyerek devam etti.

Şüphesiz bütün saadetler gibi bu saadet de bulutsuz değildi. insanoğlunun Kabil ile birlikte bulaştığı kıskançlık illeti, bu çağda da elbette vardı ve Selçuklu sarayının dehlizlerinde odalarında sinsi sinsi dolaşmaktaydı. Nizam’ül-Mülk'ü Sultan'ın gözünden düşürmek için her fırsatı kullanıyordu bu fesat ve kıskançlık hizipleri.

Nizam-ül Mülk'ün oğulları, torunları ve emrindeki adamları, Selçuklu Devleti'nin en önemli makamlarını işgal ediyorlardı. Vezire bağlı gulamların (Gulam: savaşlarda esir alınıp, sonra asker sınıfına dâhil edilenler) sayısı 20.000'i buluyordu. Vezir, bilhassa ilim adamları, medreseler ve sofiler için büyük paralar harcıyordu. Zamanlarının bir kısmını bunlarla geçiriyor, dostluklar kuruyordu. Büyük Vezir’i çekemeyenler, Sultan'a önce bu durumu şikâyet ettiler. "Vezir müsrif ve yok edici, yiyip bitiricidir; O’nun israfı, hazineyi eritiyor" dediler. Melikşah, en yakındakilerden bile gelen bitip tükenmeyen bu şikâyetlerden iyice bunalmıştı. Şikâyete konu meseleleri iyice tetkik ve tahkik eyledikten sonra bunların çoğunun doğru olduğuna ikna oldu. Artık kararını vermişti. Bir mektup yazarak Vezir’ine gönderdi. Mektupta bugüne kadar hiç kullanmadığı sert, aşağılayıcı ifadelerle Nizam-ül Mülk'ü azarlıyordu.

Nizam’ül-Mülk'ün O’na cevabı ise şöyle idi:

 "Ey dünya padişahı! Senin için bir bölük asker hazırladım ki, gündüz senin önünde durup düşmanını kılıçla senden uzaklaştırırlar. Bir bölük asker de gece için hazırladım ki Sen uyurken onlar ayak üzere saf saf durup senin için dua ederler. Binalar için hazineyi zora soktuğumu söylüyorsun.

Eğer dilersen sözü edilen hayrat binalarına harcadığım servet kadarını sana vereyim. Lakin bu binaların kapılarındaki kitabelerde bulunan Melikşah adını sildireyim ve her birine kendi adımı yazdırayım (Vezir kendi servetiyle yaptırdığı cami, medrese ve benzeri binaların kitabelerine kendinin değil Melikşah'ın adını yazdırırdı) Bu sebeple de kıyamete kadar benim ismim anılmış olsun" dedi.

Bu sözler üzerine Sultan Melikşah, Vezir’ini azarladığına pişman oldu.

Nizam-ül Mülk aleyhtarlarının bu ilk hamleleri, istedikleri sonucu almalarına yetmemişti.

KEMALDEN ZEVÂLE

Ancak, kader ağını örüyor ve bir yığın sebepler silsilesi, bu kemalin zevalini hazırlıyordu. Nizam-ül Mülk'ün vezirlik müddetinin uzaması, nüfuzunun bütün memlekete yayılması ve mal-mülk olarak Saraydan bağımsızlaşması, her istediğini yapar hale gelmesi -her ne kadar kötü şeylere tevessül etmiyor olsa bile- oğulları, damatları, torunları ve sadık adamlarının çevreye tahakküm etmesi, kimi zaman işi zorbalığa vardırmaları, Sultan Melikşah'a ağır gelmeye başlamıştı. Fakat bütün bunlar ve benzeri olumsuzluklar bile henüz Sultan'ın Vezir’inden vazgeçmesini gerektirmemişti, Tâ ki aşağıda anlatılacak olaylar yaşanmasaydı…

Nizam’ül-Mülk'ün oğlu Cemal’ül-Mülk, yerli yersiz, uluorta ahali içinde Babasının taklidini yapıyor diye Melikşah'ın çok sevdiği Caferek adında bir gulam'ın dilini boynundan çıkarmıştı. Bunun üzerine Melikşah -ya da Melikşah adına başkaları- Vezir’in oğlu Cemâl’ül-Mülk’ü zehirleyerek öldürdüler. Öte yandan Vezir’in birçok konuda fikrine başvurup, danıştığı istifade ettiği bir Musevi de yine aynı kişilerce suda boğularak öldürülmüştü. Nizam-ül Mülk, bu iki ölüm olayından dolayı çok üzüldü ise de bunlar, Sultan'a baş kaldırması için sebep teşkil edemezdi.

Fakat Sultan'ın hanımı Terken Hatun ve kethüdası Tacü’l-Mülk çevresinde öbeklenen fitne ve fesat hareketlerinin aktörleri, son perdeyi oynamak üzere var güçleriyle çalışıyorlardı. Çoğu Saray hizmetlisi olan bu kişiler, Vezir’i içine çekecekleri ölümcül ağı hiç belli etmeden ilmek ilmek örmekte ve Vezir’i yalnızlaştırmakta idiler.

 TALİHSİZ BİR OLAY VE İLK KIRILMA:

"SALTANATTA BENİM İLE ORTAKLIĞIN MI VAR?"

 Merv valisi Osman, Nizam-ül Mülk'ün torunu idi. Melikşah da Coden adında bir Memluk asilzâdesini Merv'e zâbıta memuru olarak göndermiş bulunuyordu.

Bu Zâbıta memuru, sebepli-sebepsiz halka zulüm ediyordu.  Eziyet gören halktan bir kısmı şikâyet için Vali Şems’ül-Mülk Osman'a geldiler. Osman da durumu tahkik ettikten sonra Coden'i hapse attı. Olay hemen Melikşah’a duyuruldu. Sultan Valiye, "niçin böyle yaptın?" diye sordu. Osman, zâbıta memuruna neden bu cezayı verdiğini açıklamak yerine Coden’i hapisten çıkarıp Sultan'a gönderdi.

Coden Sultan'a gelince, olayları kendince hikâye etti ve suçsuzluğunu savundu. Nizam’ül-Mülk’ün torunundan şikâyet etti. Melikşah, Coden'in şikâyetlerini haklı buldu ve çok hiddetlendi.

Terken Hatun ile Tac’ül-Mülk de bu arada boş durmuyorlardı. Melikşah, derhal bir mektup yazdı Nizam’ül-Mülk'e ve O’nu acı bir şekilde suçladı, hatta payladı.  Diyordu ki:

 "Saltanatta benim ile ortaklığın mı vardır. Niçin haddinden tecavüz edersin ve edepsizlik yoluna gidersin? Oğullarının Her biri bir ülkeye vali ve hâkim oldular. Saltanatın itibarına ve devletin şerefine bozukluk getirmeğe başladılar. Şimdi haddini bil ve bir daha dairenden tecavüze kalkışma. Kendini benim yerime geçirme ve izin vermediğim bir yerde de bulunma.  Vezirlik divitini önünden kaldırıp, senin hüküm ve hükümetini halkın üzerinden kaldırmamı mı istersin?"

Otuz yıl süren ve et ile tırnak misali birbirine yapışmış gibi devam etmiş bulunan bir beraberlik için bu sözler, bir kıyamet kopuşu gibi korkunç ve öldürücü idi. Nizam-ül Mülk sarsıldı ve belki de ilk defa olmak üzere -son olduğu da kesin- bu ağır suçlamalara karşı kendi nefsini savunma yolunu tercih etti. Cevabı şöyleydi:

"Sultan'a deyin ki,  Allah devletini dâim ve saltanatını bâki kılsın. Şimdiye kadar ülkede Sultan ile ortaklığım olduğunu hiç bilmezdim. Sultan böyle buyurunca öğrendim. Benim, sultanın hizmetinde kusurum olmamış ve yapmadığım hizmet kalmamıştır. Sultan bugün bulunduğu dereceye ve makama benim tedbirim ile ulaşmıştır. Saltanat O’na benim yardımım ile el vermiştir. Babasının öldüğü günleri hiç hatırlamaz mı? Halkı etrafına nasıl topladım? Amcası ve kardeşini nasıl önledim? Bütün düşmanlarının fesadını üstünden nasıl uzaklaştırdım. O'na bütün ülkeleri zahmetsizce fethedip bütün dünya hükümdarlarını ortadan kaldırdım. Bütün Hükümdarlar âlemini ona tabi kılıp devletinin önünde bir engel bırakmadım. Sultanın saltanatı benim vezirliğim ile bâki ve devleti benim ile devamlı olmuştur. Eğer benim vezirlik divitimi hükümsüz bırakırsa,  O’nun da hükümdarlık tacını başından götürürler."

Cevap hayli şiddetliydi ve üstelik açık bir tehdit mâhiyeti de taşıyordu. Böylece iki taraf da aralarındaki çekişmeyi geri dönülemez bir safhaya taşımış bulunuyorlardı.

Bâtınilerin, Terken Hatun ile Tac’ül-Mülk'ün ve Selçuklu yükselişinin öteki bütün düşmanlarının birlikte istediği şey nihayet vuku’ bulmuştu. Sultan ile Vezir’in arası bir daha kapatılamayacak bir biçimde -bu sert sözlerden ve ithamlardan sonra atık geri dönüş olamazdı- açılmıştı. Ne artık Melikşah'ın Vezir’ini bertaraf etmesine lüzum vardı, ne de Nizam’ül-Mülk'ün Sultana ayrıca ihanet ve isyan etmesine… İkisi de birbirlerine karşı daha önce hayal bile edemeyecekleri bir konuma gelmişlerdi. Biri diğerini kendi yüreğinde katletmiş, öteki ise O’na haddinden fazla âsi olmuştu. Selçuklu ve tüm İslam-Türk tarihinin en karmaşık düğümleri arasında yer alan bu olayın serinkanlı bir muhakemesini yapıp bazı yararlı olabilecek sonuçlara ulaşmak gerekiyor.

 KİM HAKLIYDI?

"Kim haklıydı?" "Bu çatışmadan dolayı suçlu ve sorumlu olan kimdi?" şeklinde sorular geliyor akla. Bu tarz sorulara verilecek cevaplar, ancak bizim konunun esasından uzaklaşmamıza sebep olur, anlamamıza yardım etmez. Bu hâdise iki büyük devlet adamının hırslarına yenilerek giriştikleri sıradan bir saray kavgası değildi. Kavga, her birinin devlet felsefesi ve idare usullerinin özünü anlamada düştükleri ihtilaftan filizlenmiş, sonra dal budak salarak büyümüş ve tarihlere geçecek, dersler çıkarılacak örnek bir tarih olayı karakterine bürünmüştür.  

Nizam’ül-Mülk'ün devlet hizmetindeki otuz pürüzsüz yılı, üstelik şahsen Melikşah üzerinde şu kadar haklarının bulunması ve nihayet cereyan eden Coden olayının, yaşlı Veziri bu derecede paylamaya, gözden gönülden silmeye yetecek ölçülerde önemli olmayışı, bizi ilk anda Melikşah'ın Vezir’ine haksızlık ettiği kanaatine sürüklüyor.  Buna Melikşah’ın, hanımı Terken Hatun ve Nizam-ül Mülk'ün yerine geçmek için sabırsızlanan Tac-ül Mülk ile birlikte giriştikleri desiseleri ve olayları bütün açıklığı ile gördüğü halde Melikşah’ın Vezir’ine sahip çıkmaması de eklenirse Nizam-ül Mülk büsbütün temize çıkıyor. İlk bakışta buraya kadar anlatılanlara dayanılarak varılacak sonuç bu. Ama hakikat bu mudur ve bundan ibaret midir acaba?

"Saltanatta benim ile ortaklığın mı vardır?"

Vezir’in yüreğine bir ok gibi saplanan bu yaralayıcı soru, bir kızgınlık ânında sürç-i lisan olarak sarf edilmiş bir söz olmamalıdır.

Nizam-ül Mülk, kendisi istese de istemese de, bütün Selçuklu Mülk’üne yayılmış sayısız hizmeti sebebiyle Selçuklu Devleti içinde ve hatta İslâm dünyasının her köşesinde büyük bir ün ve itibar kazanmıştır.

Yakınları neredeyse Sultan ile boy ölçüşecek kadar ülkeye yayılmış ve çeşitli kademelere hâkim olmuşlardır. Hırsın, kinin ve saltanat sevdasının bir defacık olsun temiz gönlünü kirletemediği bu büyük adam, tamamen şartların ve yakın çevresinin itmesiyle ve İslâma karşı duyduğu hizmet iştiyakıyla gelmiştir bulunduğu mevkie.

Ama O'nun aracılığı ile devlet yönetimine geçenlerin O’nun kadar ihlaslı ve âdil olmaları imkânsızdı. Vezir’in yaşı ilerledikçe, Devlet Sistemi içinde kendisinin hükmettiği görev alanlarını kontrol edebilme gücü azalıyordu. Nitekim sayıları küçümsenmeyecek noktalara ulaşmış bir zümre, O'nun adına Selçuklu Mülk’ünde hükümfermâ olmağa başlamıştı.

Ne oğulları ne de adamlarından hiçbiri Selçuklu Saltanatına O’nun kadar sâdık olamazlardı. Ama Vezir’i de aşan ölçülerde güç tasarrufuna kalkışıyorlardı. Bu, elbette Devlet için ciddi bir tehlike idi. Dünyanın en büyük Devletini yöneten Selçuklu Saltanatına karşı ciddi bir rakip çıkmıştı.  Hem de Büyük Selçuklu Devletinin en güçlü olduğu çağı idrak etmekte olduğu bir zamanda.

Bütün bunlar Melikşah'ı düşündürmeye başlamıştı. Nizam-ül Mülk ailesinden mutlaka Nizam-ül Mülk gibiler çıkacak diye bir teminat yoktu. Oysa Nizam-ül Mülk'ün adamları, kendilerini boşalan idari makamların tabiî vârisleri ve sahipleri olarak görüyorlardı. Ne Sultan ne de Vezir’i, Devletin başına büyük gâileler açacağı muhakkak olan bu çift başlılığı önleyebiliyorlardı.

Sultanlıkta olduğuna benzer şekilde Vezaret Sisteminde verâset uygulaması durumu Osmanlılarda da vuku’ bulacaktı. Çandarlı Vezir Ailesinin devlet yönetimindeki ağırlıkları had safhaya ulaşınca, Fatih Sultan Mehmet, Veziri Çandarlı'yı ipe göndermekte zerre tereddüt göstermeyecekti. Vezir’in âile mensupları da Saray’dan tamamen uzaklaştırılacaktı.

Siyasetnâme'sinde "İki Sultan bir şehre sığmaz" diye, saltanata isteyerek ya da istemeyerek ortak olma durumunda olanların ne gibi belalara yol açabileceklerini veciz ifadelerle anlatan Nizam-ül Mülk, sanki kendi akıbetini de görüyormuş gibiydi. Bir kısmını bildiğimiz ve bilinmeyen daha birçoğunun da var olduğundan şüphe bulunmayan etki ve sebep,  bu kavgada şartları Nizam-ül Mülk’ün aleyhine çeviriyordu. Terken Hatun ve     Tac-ül Mülk gibi iki önemli unsur da Vezir’in aleyhine dönmekte olan ortamı sürekli diri tutmak için durmaksızın çalışınca, Sultan, Vezir’ine "Saltanatta benim ile ortaklığın mı vardır" diyebilecek noktaya gelmişti.

Nihayet Nizam-ül Mülk’ün şahsen saltanatla bir ortaklığının olması düşünülemezdi. Devletine böylesine sadık muttaki ve veli bir vezirden bu kötülük kolay kolay sâdır olamazdı. Bunu şüphesiz Melikşah da gayet iyi bilirdi. Devlet içinde istediğini yapacak bir mevkie çıkmış bir Vezir’in ayrıca saltanat gibi tehlikeleri vezirlikten kat be kat fazla olan bir makamı istemesi akla da aykırıydı. Ama ne acıdır ki işin perde arkasındaki olaylar bu yönde cereyan ediyordu. Açıkça bir saltanat iddiası yoksa da ortada, fiilen var olmaktaydı. Kader Selçuklu yükselişini böyle bir çıkmaza getirip saplamıştı.

Sultan ortada gözle görülür ciddi hiçbir sebep yokken gerçeği böylesine acı bir biçimde teşhir edip su yüzüne çıkartmayabilir miydi acaba? Yapacağını gizleyemez miydi? O’nu yetiştiren iyi bir Sultan olsun diye gece gündüz çırpınan, Babası bellediği Vezir’ine daha nazik davranabilir miydi? Bir Sultan’ı hiç kimse Vezir’ine nasıl davranacağı konusunda görüş bildiremezdi. Ama insani açıdan bakıldığında biraz daha nazik olmasını bekleyebilirdik.

Hatta mektuba da gerek kalmayabilirdi. Huzura çağırırdı Nizam-ül Mülkü. Olayı kendi aralarında tatlıya bağlayabilirlerdi, her zaman olduğu gibi. Ama böyle bir mektubun yazılmasına sebep, sadece Vezir’in oğlunun sultanının adamını hapsettirmesi değildi ki. Bu duruma şöyle bir kanaate varılabilir.

Aslında son olay bir bahane olmuş ve Melikşah'ın, Vezir’i ile ilgili ne zamandır aklını karıştıran, zihnini bulandıran meseleleri, bir patlamaya benzer şekilde ifade etmesine fırsat vermişti.

Vezir’in cevabı da patlamanın ta kendisiydi. Bir oğlunun zehirlenmesiyle başlayan olaylar, yaşlı veziri tedirgin etmiş, ancak O, bütün bunları sabır ve teslimiyetle göğüslemişti. Fakat peş peşe yaşanan olumsuz hâdiseler, ister istemez içinde bir birikime de sebep olmaktaydı. Ve nihayet kızgın üsluplu bir mektuba daha da kızgın ve yaralayıcı bir cevap.

Sebep her ne olursa olsun Nizam-ül Mülk, Sultana böyle cevap vermemeliydi. Yaşlılığının verdiği olgunluk bunu gerektirirdi. Bugüne kadar edindiği haklı itibar hangi seviyede olursa olsun Sultanlık Makamına böyle konuşulmasına cevaz verilemezdi. Bu çıkış, nereden bakılırsa bakılsın bir isyandı. Koca Vezir, bu cevabıyla, ömrü boyunca kaçınmaya çalıştığı zayıflıklardan en tehlikelisine en olgun olması gereken bir çağda düşmüştü. Böyle bir cevaptan sonra Vezir için herhangi bir mazeret bulunamazdı. Hâdiseye haklılık- haksızlık, yaşlılık-gençlik, Vezir’in geçmişteki benzersiz hizmetleri gibi açılardan bakılamazdı. Devletin Tekliği ve ortak kabul etmeyişi esası, tüm devlet biçimleri için vazgeçilemez bir esastı. Kaldı ki bu esas, en güçlü dayanağını İslâm’dan almaktaydı ve İslâm Tarihindeki örneklerinden…

Olayların gelişme çizgisi böyle. Bu durumda kesin bazı sonuçlara varmak imkânsız. Çünkü kızgın mektuplaşmaya sebep sadece bir olay değildi. Yalnız şu kadarını diyebiliyoruz:

Belki Melikşah'ın da bir sürü hatası olmuştur ama ne bu hatalar ne de otuz yıllık şâşaalı bir vezirlik müddeti, Nizam-ül Mülk'ün böyle bir cevap vermesini hiçbir bakımdan meşrulaştırmazdı. Velev ki, Vezir’in Mektubunda söyledikleri -Melikşah'ı eğitmesi, O’na Atabeylik etmesi,  çok zorlu bir dönemde O’nu tahta oturtması v.s.- tamamıyla doğru olsa da...

NİZAM-ÜL MÜLK'ÜN ŞEHİD EDİLMESİ

Büyük Vezir'in şehit edilmesi ile ilgili rivayetler çeşitlidir. Bunlardan bazılarını sırlayalım:

Nizam-ül Mülk'ün torunu Merv valisi Osman'ın, Melikşah'ın adamlarından birini hapsettirmesi olayını yukarıda anlattık. Ayrıca Nizam-ül Mülk'ün Cemal-ül Mülk adındaki oğlunun zehirlenmesi ve Vezir’in bazı konularda kendisinden yararlandığı bir Musevi'nin öldürülmesi hadislerinden de söz etmiştik. Bütün bu olayların ötesinde kıskançlık, makam hırsı ve kin ile durmadan çalışan bir şebeke vardı. Bu Terken Hatun ile Tac-ül Mülk şebekesi idi. Amaçları için her şeyden istifade ediyorlardı. Peki neydi amaçları?

Melikşah'ın hanımı Terken Hatun, Karahanlılar'ın kızıydı. Saltanat meseleleri ile çocukluğundan beri içli dışlı oluşu, saray entrikalarından haberdar bulunması, O’na her tür hile ve desise oyununu kurup yönetme gücü veriyordu. Karahanlılar Saray’ından edindiği tecrübeler sebebiyle Selçuklu Devlet Sarayı üzerinde de büyük nüfuza sahipti. Dâima kendisine bağlı bir divana, memurlara ve teşkilata sahip olduğu gibi 12.000 kişilik de bir süvari kuvveti Terken Hatunun emrindeydi. Dahası Tâc’ül-Mülk gibi Vezir olabilecek seviyeye gelmiş güçlü bir adamı emri altına almıştı.

Bu kudretine dayanarak Terken Hatun, Melikşah'ın büyük oğlu Berkyaruk'u veliahtlıktan atıp dört yaşındaki kendi oğlu Mahmut'u Selçuklu tahtının varisi yapmak istiyordu. Ayrıca Terken Hatun, halife ile evli bulunan kendi kızı Mahmelek'in oğlu Caferi de Bağdat Halifeliğinin veliahtlığına getirmek istiyordu. Bu hesaplara göre hem Sultanlık,  hem de Halifelik bir süre sonra Terken Hatun'un nüfuzu altına girecekti.

Mahmelek ölünce, Terken Hatun, torununu Kendi yanına aldı. O'na kendi evinde bakıyor ve Halife Cafer diye hitap ediyordu.

Isfahan’da Bir halifelik Sarayı yaptırmak başlıca isteğiydi. Terken Hatun, meşru olmayan bu istekleri karşısında muhalif ve itirazcı olarak Melikşah'tan çok Nizam-ül Mülk’ü buluyordu. Halifeye de bu emelleri yönünde baskı yapıyordu. Birçok işi bir arada yapmasının mümkün olamayacağını anlayınca, önce Halife ile anlaşmanın yollarını aradı. Torunu Cafer'i Bağdat'a gönderdi. Artık var kuvvetiyle Nizam-ül Mülk ile uğraşabilirdi. Bu arada kendini Nizam-ül Mülk'ün yerine hazırlamakta olan ve önceden beri Terken hatunun Kethüdalığını yapan Tac’ül-Mülk de bu oyunların en ileri gelen simalarındandır.

Nizam-ül Mülk, bütün olan bitenden haberdardı, üstelik Melikşah'ın da bu isteklere meyilli olduğunu seziyordu. Melikşah'ın torunu Cafer'i Halife veliahtı yapma isteği karşısında "Bu görüş akla sığmaz ve büyük bir kabahat olur. Akıl ve şeriat bakımından izin yoktur. Bu işten çekinmek gerektir" diyordu. Berkyaruk'un veliahtlıktan alınıp dört yaşındaki Mahmud'un Selçuklu tahtına varis tayin edilmesine de şöyle karşı çıkıyordu,

Melikşah’a "Büyük evladın var iken, bir avrat ile bir küçük oğlanı Müslümanların başına Sultan edersin. Yarın Allah'a ne yüz ile kavuşursun.” diyordu.

Bu muhalefetler Büyük Vezir'in acı sonunu hazırlıyordu. Son olaylar ve mektuplaşma hadisesi Sultan ile Vezir'in arasını iyice gerginleştirmişti. Sultan, kuvvetli bir ihtimale göre, Bağdat'a gidip Halife'yi alaşağı etmek için hareket etti. 1092 Ramazan'ın birinci günüydü. Büyük Vezir de O’nun ardınca yola koyuldu. Üzgün, kırgın ve boynu büküktü. Hiç istemediği şeyler söylemişti Sultan'a, hadiseler kendi gücünü aşıyor, hiç ummadığı bir yönde gelişiyordu. Ama yine de ‘Onun kararlarına boyun eğiyor, Sultan'ının ardından gidiyordu.

Eşine az rastlanır trajik bir öge vardır bu gidişte. Nizam-ül Mülk, Melikşah'a övgülerle, bağlılık ifadeleri ile başlayan ve bir Sultan'a yapılacak hizmetlerin en büyüğü olan Siyasetnâme adlı kitabını yeni bitirmiş, bir yazıcıya emanet ederek, belki de bu seferden sağ dönemem deyip Sultan’ının ardına takılmıştı.

Büyük Vezir, Sultan'ın ardından gidiyordu. Beraberindekilerle Nihavend yakınlarında bir köye ulaştı. Ömer Bin Hattâb zamanında burada kâfirlerle savaş olmuştu. Buna hürmeten bu köyde konakladılar. Nizam-ül Mülk, "Burası mübarek bir mevkidir. Burada Peygamber'in ashabından kim bilir ne kadar şehid vardır!  Ne mutlu burada şehid olup ahiretini hazırlayan kişiye" dedi. Ziyaretten sonra kumandanlar ve öteki büyüklerle birlikte sohbet etti. Bu zatlardan takva sahibi birisi O'na "Bu gece Peygamber efendimizi rüyamda gördüm, geldi seni alıp gitti ve gözden kayboldun" dedi. Nizam-ül Mülk, "Peygamberin gelip beni alması benim dileğim" dedi.

Divan yemeği yenildikten sonra ileri gelen zatlar dağıldılar. Nizam-ül Mülk ayağından rahatsız olduğu için zor yürüyordu. Hatunları tarafından çadırına getirilmekteydi. Bu sırada derviş kılığında bir kişi elinde bir kâse ile ona yaklaştı, dua ve övgülerde bulundu. Sadaka dilendi. Nizam-ül Mülk sadaka vermek üzere O'nu yanına çağırdı. Tam bu esnada adam, gizlediği bıçağını çıkararak saldırdı ve Nizam-ül Mülk'ü kalbinden vurdu.

Bu bıçak, İslam dünyasına ve Selçuklu devletine saplanmıştı aslında. Büyük Vezir gerekli vasiyetini yaptı, bütün malını bağışladı, bütün kölelerini âzad eyledi ve ruhunu teslim etti. Mübarek ay Ramazan'ın onuncu günü, cuma gecesi etkisi senelerce silinmeyecek hüzünlü bir ölümle şehit olmuştu. (14 Ekim 1092). Katil kaçarken yakalandı ve parçalandı.

Katil, Deylemli bir Batinî fedaisi idi. Nizam-ül Mülk'ten önceleri çok iyilik görmesine rağmen en büyük darbeleri de ondan yiyen Hasan Sabbah'ın bu katili görevlendirdiği ihtimali üzerinde durulduğu gibi, Terken Hatun ile Tac-ül Mülk'ün de bu Batinî fedaiyi kiraladıkları rivayet edilmektedir. Hatta Melikşah'ı da bu cinayete ortak etmek isteyenler bulunuyor ise de bu ihtimalin zayıf olduğu daha kabule şayan görünüyor. Yetmiş altı yaşına gelmiş büyük veziri şehid edenin kimliği ve kimler tarafından görevlendirildiği hâlen Tarih'e meçhul kalmış bir sır. Ama biz buraya kadar anlattığımız olaylarla, Nizam-ül Mülk'ün Melikşah ile ilişkilerinin nasıl koptuğundan söz ettiğimiz için, esasında katilin kimin adamı olduğu da zaten pek önem arz etmiyor. Tarihin gelmiş geçmiş en değerli Vezir’i zaten fiilen vazifeden men edilmekteydi. Dolayısıyla kâğıt üzerinde Vezirlik makamında görünüyor bulunmasının hiçbir önemi yoktu.

Nizam’ül-Mülk'ün vefatı İslâm dünyasını derin bir mateme boğdu. Hakkında ciltler dolusu kitap olacak kadar çok mersiyeler yazıldı. Sultan'ın da bu ölüme çok üzüldüğü söylenmektedir. Ancak vefat hadisesinden sonra Büyük Vezir'in bütün adamlarının devlet makamlarından temizlenmesi hadisesiyle Sultan ister istemez Terken Hatun'un tarafında yer almış ve böylece kirli siyasete bulaşmıştır. Tac-ül Mülk, sürekli katil zannı altında bulundu ve çok geçmeden O da öldürüldü. Nizam’ül-Mülk'ün çocukları ve torunları ilk sıralar devlet idaresinden uzaklaştırıldılar ise de sonra yine itibar kazanıp Selçuklu devletine büyük hizmetlerde bulundular.

MELİKŞAH'IN VEFATI

Garip bir tecellidir; Cihanı titreten bir güce ulaşmış bir devletin Sultanı Melikşah da Vezir’inin vefatından otuz gün sonra genç yaşta hayata veda etti. Selçuklu yükselişinin zirvesindeki iki zirve insan peş peşe ölünce, düşüş büyük bir âfet haline geliverdi.

Büyük Vezir’in aradan çekilmesiyle fitne ve fesat hareketleri durmamıştı. Terken Hatun, hedeflerine varmak için çalışmalarını hızlandırmıştı. Halife ile Sultan'ın arası, Halife veliahtlığı konusunda açılmıştı. Halife'ye kızan Melikşah, O’ndan on gün içinde Bağdat'ı terk etmesini istemişti. Mühletin dokuzuncu gününde Melikşah zehirlenerek vefat etti. Bunun âdi bir zehirlenme vak’ası mı olduğu, yoksa Halife veya Nizam-ül Mülk'ün adamlarından birinin mi suikast düzenlediği meselesi de tarihin meçhul karanlıklarında kaybolmuştur.

Kayıtlara göre Halife, Nizam-ül Mülk taraftarları ve hatta Terken Hatun da zan altındaydı. Osman Turan'ın ifadesine göre: "Böylece kudretlerinin zirvesine çıkan 40-42 yaşlarındaki Sultan ile 70'ini aşkın Vezir arasındaki âhenk, etrafın tahrikleri ve ihtirasları ile bozulmuş ve hakikaten divit ile taç bir biri ardından sükût etmiştir. Öyle bir sükût ki yalnız taç ve divit sahiplerini götürmemiş Selçuk Devletini ve İslâm dünyasını da sarsmış ve türlü buhranlara sürüklemiştir.

Bu iki acı ölüm, ülkenin karışmasına ve harap olmasına yetti. Tahta dört yaşında bir veliaht geçirildi ve Selçuklu Devleti bir daha asla eski haşmetine ve yüceliğine erişmedi.

İslâm dünyasına ve İnsanlığa, siyaset, idare ve hatta edebiyat alanında eşine az rastlanacak bir büyük eser olan Siyasetnâme'yi bırakan, Müslüman Türklerin Cihan çapındaki ilk büyük devleti olan Selçukluların ve daha sonra da Osmanlıların idari ve içtimai yapılarının temellerinin atılmasında büyük payı bulunan sünnî Müslümanlığın yükselmesine, İslâm için büyük tehlike olan Batınîliğin hırpalanmasına muazzam çabalar harcayan ve bunda muvaffak da olan büyük Vezir Nizam-ül Mülk, uzun bir hizmet dönemini böylesine bir ölümle bitirdi. Fakat bu hizmetin bittiğini söylemek haksızlık olur: Nizam-ül Mülk vefat ettikten hemen sonra ve yıkılana kadar her zaman Selçuklu devletine, özellikle Osmanlılara hizmet etti ve şimdi de hizmetlerine devam etmektedir. Ruhu şad olsun.

 

 

KAYNAKLAR:

*Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti

*Ahmet Bin Mahmud, Selçuknâme (E. Merçil)

*Hamit Vehbi, Meşahir'ül İslâm

*İslâm Ansiklopedisi, Nizam-ül Mülk maddesi (İbrahim Kafesoğlu)

*M. Şerif Çavdaroğlu, Siyasetnâme.

 

NOT:

 

(*) Bu yazı, ilk defa İlim, Kültür ve Sanatta Gerçek dergisinin Temmuz 1978 Tarihli 1. sayısının 18- 33 sayfalarında yayımlanmıştır.

 

Etiketler: , ,

26 Kasım 2021 Cuma

SEZÂİ KARAKOÇ’U ASLÎ YURDUNA UĞURLARKEN

 

SEZÂİ KARAKOÇ’U ASLÎ YURDUNA UĞURLARKEN

 

                                                        Mehmet Âkif AK

 

Sezâi Bey’i de bir Hazan Mevsiminde Aslî Vatan’ına, Sevdiklerinin, çok sevdiklerinin, “en Sevgili” dediklerinin yanına hüzünle uğurladık. Allah c.c. O’nu sonsuz rahmeti ve mağfiretiyle karşılasın.

O’nun “artık dön!” emrine uyup yola düştüğü haberini alınca, benim Sezâi Karakoç’um acaba nasıl bir şahsiyetti sorusuna cevap sadedinde düşüncelere daldım. Bu arada O’nun ufûlü üzerine bir kahvehâne ortamındakine benzer şekilde gürültülü beyânatlara da kulak veriyordum. Klişe tâziye metinleri, içeriğinden bîhaber tekrarlanan iri iri laflar.

Bir an geldi, bir ses duyuldu ve mekân bu ses ile birlikte o an sükûta teslim oldu. Döndüm baktım, tanıdık bir sima şunları söylüyordu:

“Sezai Bey’in ölümü, herhangi bir şairin ölümü değildir. Bazı şairler büyük mimarlardır, görkemli yapılar inşa ederler. Süleymaniye’yi, Selimiye’yi inşaa ederler; bazılarıysa deniz kumuyla ilk depremde yıkılan binaları… Sezai Bey şiirin Süleymaniye’sini inşaa etti. Rahmeten vâsiâ… “

Benim de zihnimde benzer düşünceler geziniyordu; ama ben, Onun hakkındaki fikirlerimi bu kadar kısa hem de bu kadar uzun şekilde ifade edemezdim. Bu da nesrin “mısra-ı berceste”si olmalıydı. Hilmi Yavuz’a Sezâi Bey için bu güzellikte ve letafette sözler söyleten şey hiç şüphesiz merhum Şâirin “gerçekten” büyüklüğü idi. Bu sözler, ünlü bir şâir, mütefekkir, felsefeci, racon kesmekle maruf Hilmi Yavuz tarafından söylendiği için değerli değildiler, mahza hakikati aksettirdikleri için değerliydiler. Hilmi Yavuz, kendi çağdaşı bir Şâir’i böyle tebcil ederken “o, olmazsa olmaz şâir kibri”ni nasıl yenebilmişti.

“Şâir Kibri” tavsifini asla tahkir makamında kullanmadım. Aksine, şâirin kendine ve şiirine biçtiği değer ile toplumun Ona verdiği değer arasında dâima büyük bir uçurum bulunduğunu görüyor olmasıdır Şâiri kibre sevk eden.

Ama şunu söylemem lâzım; kimi şâir usule uymak adına kibirlenir, kimisi ise bu kibri gerçekten hak eder.

Şeyh Gâlib bunun pek renkli bir örneğidir. Şâir Nâbi’yi hicvederken ne kadar da müsamahasız olduğuna bakar mısınız:

Bir gâyete irdi kim me’âli

Tanzîrinün olmaz ihtimâli

(...)

Ta‘rîzâne idüp hıtâbı

Virdüm o gürûha bu cevâbı

 

Kim Nâbiye hiç düşer mi evfak

Şeyhun sözine kelâm katmak

 

Ey kıssadan olmayan haberdâr

Nâkıs mı bırakdı Şeyh ‘Attâr

 

Manzûme-yi Fârsîveş ebyât

Bi’l-cümle tetâbu‘-ı izâfât

 

İnşâya virür egerçi ziynet

Türkî söz içinde ‘ayn-ı sıklet

 

Evsâf-ı Burâk-ı Fahr-ı ‘âlem

Rahşiyye-yi Nef‘î andan akdem

 

Lâzım mı Burâkı medh ü tavsîf

Bu kârı ana kim itdi teklîf

 

Ve Gâlip Dede’nin kendine Fahriyyesi:

 

tarz-ı selefe tekaddüm ettim

bir başka lügat tekellüm ettim

 

ben olmadım ol gürûha pey-rev

uymuş belî Gencevî'ye Hüsrev

 

billah bu özge mâcerâdır

sen bakma ki defter-i belâdır

 

zannetme ki şöyle böyle bir söz

gel sen dahi söyle böyle bir söz

 

erbâb-ı sühan tamâm malûm

işte kalem işte kişver-i Rûm

 

gördün mü bu vâdi-i kemîni

dîvân yolu sanma bu zemîni

 

engüşt-i hatâ uzatma öyle

beş beytine bir nazîre söyle

 

az vaktde söyledimse anı

nâ-puhteliğin değil nişânı

 

gördük nice şâhlar gedâlar

bir anda yapar anı babalar

 

gencînede resm-i nev gözettim

ben açtım o genci ben tükettim

 

esrârını Mesnevî'den aldım

çaldımsa da mîrî malı çaldım

 

fehmetmeğe sen de himmet eyle

ol gevheri bul da sirkat eyle

 

 

çok görme bu hikmet-i beyânım

tevfîka havâle eyle cânım

 

în dem ki zi şâirî eser nîst

sultân-ı sühan menem diger nîst (***)

 

Aslında gerçek Şâir’i kibre iten, hırçınlaştıran, girdiği yolun sarplığı, aşılmazlığıdır. Necip Fâzıl’ın “Çile” şiirinde çok güçlü kelimelerle ifâde etmeye çalıştığı üzere; şâir hakikat arayışı yolunda Peygamberlerle birlikte yürümek ister. Varlığın, var oluşun sırrını çözmeye çalışır. Bütün büyük fikir adamları, şâirler, filozoflar hem sır çözme hem de bunları en güzel, en Bedii biçimde ifade etmek isteyenlerdir.   

Kendisi daha buradayken, aramızda yaşarken zamanını aşan eserler verebilen büyük san’atkâr, fikir adamları ve âlimler, varlığa bütüncül bir pencereden bakabilenlerdir. Bütün mükevvenâtın bir Sâhibi ve Yaratıcısı olduğuna inanan, Kâinatın zerreden küreye, bu Yaratıcının koyduğu şaşmaz ve yanılmaz kurallarla işlediğini bilenlerdir. Bu inanç ile ulaşılan bilgi, sanatkâr ve âlimi Yaratıcı ile kurbiyyete (mecazen) taşıdığında,  zamanı aşan ve herkesçe kabul gören, sevilen eserler böylelikle ortaya çıkar.

Şâir, zamanının ahalisi tarafından kullanılan lisanı aşar, aşmak zorunda kalır. Çünki beynini zonklatan sorular, bir başka lisan ile sorulmaktadır.  

Bu bakımdan Hilmi Yavuz’un Mimar Sinan ile Sezâi Karakoç arasında gördüğü yakınlık, son derece isâbetli olmuştur.

 

KIRIK DÖKÜK BİRKAÇ HÂTIRA

Sene 1970’lerin son dilimi. Bir grup arkadaşla, alanında hayli etkili olmuş ve çok satılan sanat, kültür ve edebiyat dergisi PINAR’ı neşrediyoruz.

Derginin Editörlerinden şâir-yazar Yetkin Dilek’in önerisiyle Üstad Sezâi KARAKOÇ ile bir mülakat yapmayı planladık. O zamanlar yayıncıların merkezi olmakla ün  kazanmış Üretmen Han’da bir odası vardı, orada çalışır, misafirlerini orada kabul ederdi.

Münasip bir zaman ayarlayıp Üretmen Han’daki odaya gittik. Sekreter arkadaş     -şu an ismini hatırlayamadığım için beni bağışlasın, yirmili yaşlarda sarışın biriydi- Sezâi Bey’in gelmediğini, gelip gelmeyeceği hakkında da bir bilgisi olmadığını söyleyip not bırakmamızı istedi. Meramımız anlatan kısa bir not bırakıp oradan ayrıldık. Bu arada Büronun telefon numarasını almayı da ihmal etmedik.

Bir iki gün sonra Büro’ya telefon edip, Sekreter arkadaşa Üstad’ın orada olup olmadığını, şayet orada ise ziyarete geleceğimizi söyledik. Buyurun gelin, Üstad burada cevabını alınca yeniden Üretmen Han’a gittik.

Üstad’ın çok zor bir insan olduğunu duymuştuk. Bizi nasıl karşılayacağı hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. Bu yüzden tedirgin ve telaşlıydık.

Odaya girdik. Sezâi Bey, masasındaydı. Selamımız aldı, fakat yüzünde bir memnuniyet ifadesi yoktu. Bir hoş beş imkânı ise hiç görünmüyordu. Ne yapacağımızı şaşırmıştık. Durumu kurtarmak için damdan düşer gibi maksadımızı, yâni şiir ve edebiyat konulu bir mülakat yapmak üzere geldiğimizi bir çırpıda söyledik. Hiç düşünmeden “olmaz” diyerek kestirip attı. Biz de süt dökmüş iki kedi gibi. Mahcup, utana sıkıla gerisin geriye döndük.

Çok sonraları, bu sevimsiz olayın bizden kaynaklandığını çözdük. Teşrifat hatası yapmıştık. Oysa sonuç alınabilecek iki seçeneğimiz vardı ve biz bunları aklımıza bile getirmemiştik. Birincisi, O’nun üç-beş kişiden fazla olmayan yakın dost ve talebelerinden biriyle konuyu görüşecek ve bize elçilik yapmasını isteyecektik. Çok büyük bir ihtimalle mülakatı yapardık ve ortaya gelecek nesillere kalacak güzel bir şey çıkardı. İkinci yol, yine bir görüşme saati ayarlayıp gitmek ve mülakat filan demeyip, maksadımızı, kimliğimizi, görüşlerimizi, kendisi hakkındaki düşüncelerimizi nezaketle anlatıp, en son sözü mülakata getirmekti. Bu da mülakatın tahakkukuna yarardı. Ama yapamadık; bu akamete uğramış sâfiyâne teşebbüsümüz içimizde hep bir ukde olarak içimizde kaldı.

Yukarıda şâir ve kibri üzerine serdettiğimiz sözler aslında biraz da Sezâi Bey’i anlama anahtarı kabilinden sözlerdi. Sezâi Bey’in kibri görünmezdi, Necip Fâzıl’ınkinin aksine. O, içine kapanarak “topluluğa bulaşmayarak” kozasını örüyordu.

 

ERZURUM KIRAATHÂNESİ

 

Sezâi Bey. Gündüz vakitlerini Cağaloğlu’nda geçirdiğinde Üretmen Han’daki odasında oturup kalmazdı. Özellikle bir şeyler okuyup yazmak istediğinde civardaki kahvehanelere giderdi.

Bunlardan en çok devam etiği mekân Cağaloğlu’nun Divan Yolu tarafında yer alan tarihi bir hamamın yakınındaki Erzurum Kıraathânesi idi. Fakir de dergi ve gazetelerin gürültülü binalarında yoğunlaşıp bir şeyler yazmak zorlaşınca iş bu Erzurum Kıraathanesi’nin müdâvimi olmuştuk. Haftanın birkaç günü orada Üstad ile karşılaşır, birbirine yakın masalarda otururduk. Beni tanımıyordu. Kendisi gibi orada bir şeyler okuyup yazan tek kişi olmama rağmen ilgisini. dikkatini çekmiyordum. Ben de konduğu daldan mutlu ve memnun bir kuş gibi orada duran Üstâd'ı taciz edip yerinden uçurup kaçırmamak için O’na yaklaşmıyordum.

Sezâi Bey’in Erzurum Kıraathanesindeki masasının üstünde iki yabancı gazete mutlaka bulunurdu; Le Monde ve Le Figaro. Malumdur ki bunlardan Le Monde, Fransız Sol’unun, Le Figaro ise Fransız Sağ’nın sesi idi. Ama her ikisi de düzeyli, ciddi yayın organlarıydı. -o zamanlar-

 

SEZÂİ KARAKOÇ’TA MEKÂN – ZAMAN ALGISI

Sezâi Karakoç merhûm’u şâir, mütefekkir, gazeteci, dergici ve nihâyet siyasetçi olarak biliriz, tanırız. Ama O’nda öyle bir özellik vardır ki, yukarıda sayılan mesleklerin tümü kapsamında verdiği bütün eserler, şiirler, yazılar, beyannâmeler ve konuşmalara bu özellik ruh katar; Bu, Ondaki “zaman ve mekân” anlayışı farklılığıdır.  Bu algı ya da anlayışı kavramadan kâmil anlamda bir Sezâi Karakoç portresi çizemeyiz. Dolayısıyla Şâir’i de yeterince tanıyamayız. Oysa böyle bir portreyi ayrıntılarını da ihmal etmeden tanıdığımızda karşımıza Evrenin ve Yaratıcı’sının tasavvufi ıstılahta “tevhid” diye isimlendirilen varlık bilincini hayat tarzı hâline getirmiş bir insan çıkar. Şunu demek istiyoruz:

  Meselâ biz saat, gün, ay yıl gibi zaman birimlerini belirli amaçlar doğrultusunda kullanırız. Sezâi Bey, hayatında ve eserlerinde bu zaman birimlerini bizim idrakimizdeki karşılıkları ile kullanmaz. Hatta bunları kullanmaz bile. Diyelim ki “Hızır’la Kırk Saat”te saat birimini kullandı. Kolayca anlarız ki bu bir mecazdır. Çünki Sezâi Karakoç için kırk asırla kırk saatin farkı olamaz. Zaten Hızır söz konusu ise zaman ve mekân buharlaşır.

 Bizim fizikî evren tasavvurumuzda yer alan bütün kavramlar dünya, ay ve güneşin hareketlerini bir sistem dâhilinde anlamak ve anlatmakla ilgilidir. Ve bu kavramların dünya dışı âlemde hiçbir hükmü yoktur. Tıpkı bunun gibi, Sezâi Bey için içine doğduğu mekân da Dünya ile sınırlı değildir. Hızır’la buluşan Sezâi Bey’e bu buluşma hangi mekânda gerçekleşti diye sormanız abes olur.

 Sezâi Bey, bizlerin yaptığı gibi ânı ve mekânı sabitlemez, durdurmaz, dondurmaz. Bunlar herhangi bir varış noktası ile mukayyet olmaksızın akıp giderler. Sezâi Karakoç da bu akışa teslim olmuştur. O’nun kendini bizlere âit zaman ve mekân anlayışından ve çağdaşı insanlardan izole etmesinin, karakter yapısı, psikolojik durumu ile ilgisi yoktur. O sanki İlahi bir ışık huzmesinin aydınlattığı bir âlemde her varlığı bilinen anlam ve şekillerinden farklı görmüş ve bir dervişin kırk gün uzletinde yaşadığı ve şâhit olduğu derin müşahede ve murakabesi sonunda başka bir dünyaya yeniden doğmuştur. İşte bu tahavvüle Sezâi Karakoç, DİRİLİŞ demiştir.

    Sezâi Karakoç’un DİRİLİŞİ, ba’sü ba’del mevt (mahşer dirilişi) i andırır, tam bir DİRİLİŞ. Çürüyen başaktan fışkıran filiz gibi. Nuh Tufanı sonrası yaşanan DİRİLİŞ.

    Sezâi Karakoç’un “zaman tasavvuru”, Kelâm-ı Kadim’in zaman tasavvurudur; teselsül etmez, bölünemez, devirlere ayrılamaz. Karakoç da Zamana böyle bakar. O, sadece bu çağa âit bir insan değildir, Hz. Âdem’le yaşıttır, İbrahim, Nuh, Musa, Hızır ile kardeştir. Karakoç’un takip ettiği yol, Bir olan Allah’ın Bir olan Yoludur, Sırat-ı Müstakimdir. Hz. Adem’den beri süregelen bu yoldakilerin tamamı kardeştir, tanıştır; bizim zaman ve mekân anlayışımızla mukayyet olmaksızın.

   Sezâi Karakoç’un mekân tasavvuru bu günki genel geçer Coğrafya malumatından ötedir. Siyasi hudutlar, ülkeler, şehirler; bunların hepsi tektir ve bütün dünya, insan denen türün evidir. Bir ev, bir âile ve Allah’ın bunlara müsahhar kıldığı sayısız nimet, gökyüzü, yerdekiler, su, nebatat, hayvanat… Hepsi de “Tevhid rüknü”ne bağlı varlıklardır.

   Hak ile Bâtılın, zulüm ile nûrun zıtlaşması, ilk insanla başlayan ve kıyamete kadar devam edecek olan Âdemoğlunun savaşması, Sezâi Karakoç’un kalbindeki ve zihin dünyasındaki “İlahî Tevhid”e mugayir değildir; aksine onun icabıdır. İnsan insanı öldürür şüphesiz, ama bu, kişinin aslında kendi kardeşini öldürdüğü en özlü ifade ile “kendini öldürdüğü” hakikatini değiştirmez.  Her insan tektir, Âdemdir, Âdemdendir ve  O da topraktandır.

   Bu zaviyelerden baktığımızda, Sezâi Karakoç’u, modern, gelenekçi gibi tasniflere sığdırmak ve bu yollarla anlamaya çalışmak mümkün olmaz. Çünki bunlar ve benzeri tasnif, tavsif ve tasvirler O’nun zaman-mekân tasavvuru içinde yer almazlar.

   Bana kalırsa Sezâi Karakoç ve eserleri, yukarıda zikredilen sebeplerden dolayı “kalıcı” olacaklardır. Çünki kalıcı olmuş bütün sanatkâr, şâir ve mütefekkirler, tıpkı Sezâi Bey gibi kendilerini çağlarının genel-geçer zaman ve mekân anlayışlarının dışında tutanlar, kalıcı olan değerlerle yürüyenler arasından çıkmışlardır.

Bizim bu mekânımızın ve zamanımızın hem içinde ve fakat aynı zamanda dışında yaşamışlardır. Bunların çoğunun da hayatlarının tamamında veya hiç değilse bir bölümünde zaman ve mekândan sıyrılarak münzevi hayatlar yaşadıkları herkesçe malumdur.

        Bu açıklamaları, Sezâi Karakoç’un bir şiiri üzerinden okuyalım ve Şâir’in çizilen portresi ile ne derece tetabuk ettiklerini görelim:

 

“HIZIR’LA KIRK SAAT”TEN BİR DEMET

 

Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz
Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz
Kadının üstün olduğu ama mutlu olmadığı
Günlere geldim bunu bana öğretmediniz
Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı
Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim
Bunu bana söylemediniz
İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler
Bunu bana öğretmediniz
Kardeşim İbrahim bana mermer putları
Nasıl devireceğimi öğretmişti
Ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım
Ama siz kağıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini
nasıl sileceğimi öğretmediniz

Bir kentten daha geçtim
Buğdayları yakıyorlardı
Yedikleri pirinçti
Birbirlerine açılan borular gibi üfürüyorlardı
Sonra birbirlerinden borular gibi çıkıyorlardı
Pirinçler gibi çoğalıyorlardı
Atlarını yalnız atlarını cana yakın buldum
Öpüp çıkıp gittim yelelerini

 

 (*) Ümran, Aralık-2021

(**) Yazımızda “kibir” kelimesini, Kur’an-ı Kerimde çokça zikredilen “kibir”in karşılığı olarak kullanmadık. Yazdığı bir metni, şiiri, ortaya koyduğu bir eseri çok beğenmek, en iyisi saymak, benzersiz zannetmek gibi beşerî hislerin toplamı olarak KİBİR…
(***) سلطان سخن منم دكر نيست – Sözlerin Sultanı Benim Diğerleri değil



 

   

 


Etiketler: , , , ,